2 Mart 2009 Pazartesi

video

Kuşbaşı

27 Aralık 2008 Cumartesi

en uzun gece.

Yılın en uzun gecesi de nihayet geçti. Gitti. Bitti. Öncesinde giderek kısalan günler, azalan azalan azalan güneşli zamanlar (ki bana hep güneş mutluluk demek gibi gelir. Ve gerçekler. Aydınlık); yerini dolduran çok uzun, Rapunzel saçlı geceler (ki kısa uykular öncesi uzun vicdan muhassebelerini doğurur. Nadiren hayalleri. Çoğunluk kusurlu rüyaları.).


21 Aralık yaklaşırken ruhuma çöken ağırlık, karanlık bu sene çok önceden ve çok daha şiddetli bastırdı. Son 3 aydır hayatımın en karanlık dönemlerinden birini yaşadım; en boşvermiş görünüp, en çok yoranını. Kendinle yüzleşmek zor bir iştir, bütün mühendisliklerden, insan kaynaklarından ve hatta pazarlama işlerinden daha zor, daha uğraştırıcı, daha tüketici. Öyle bir zamandı. Günler kısalırken, umutlarım da onlarla birlikte suyunu çekiyor, yerini hastalıklı hayallere, olmayacak rüyalara ama daha fenası kaskatı bir 'ben'e bırakıyordu. Uzun zamanda şekillenip semsert olmuş ruhumun, hayatımın, zımpara dönemi. Gibi. Sanki. Kısa ama sık dişli bir karton her yerimi dişliyor, düzeltiyor, zorluyor, acıtıyordu. Gurur duyduğum şeyleri yerle bir ediyor, gizli kalmasını istediğim kusurlarımı daha belirgin kılıyor; beni benden başka bir ben yapıyordu. Ben istemeden...


Dur durak bilmeyen bir şeydir böyle dönemler: Bir defa başlamaya görsün, ardı arkası kesilmez, ruhunun karanlık mahzenlerindeki bütün cinler, periler, ölmüş kelebekler açığa çıkar. Önce delicesine kapıları kapamaya, yerlerini bile unuttuğun anahtarları bulmaya, avlamaya, başka odalara tıkıştırmaya çalışırsın. Çaresizce. Çaresiz olduğundan habersiz. Yatağa başımı koyduğumda ortaya çıkan, kötü uykuların öncesinde beliriveren bir cadı avı gibidir. Uzun sürer, uykum kısaldıkça bu koşturma, kararsız bir şekilde oradan oraya koşturmaca devam eder.



Sen olmalıydın, dedim. Neden ben, demedim hiç. Hiç. Seni seviyorum, dedim. Neden sen de denemiyorsun, demedim. Sevgi zamanla da doğar derler ama benim doğamda değil. Her insanın başka başka sevdiğini de başka bir uzun geceler döneminde anladığımdan başımı eğiyorum. Sen yürüyüp giderken, arkanı dönmediğini bildiğim halde uzun uzun el sallıyorum. Su dökmek geliyor aklıma, annemin ardımdan yaptığı gibi; çok sevdiğimi, bağrıma basmak için sabırsızlandığımı, hastalıklı bir şekilde istediğimi, hayatın kötülüklerinden korumak için her yerine pamuktan duvarlar örmek istediğimi yeniden görmek, çabucak kavuşmak için...su dökmek. Su gibi git, gel. Ak her şeyin içinden, en büyük sorunların ve hayatın kötü canavarlarının, en dişli düşmanların ve kendini kaptırabileceğin her türlü ziyan maceradan, diye.

Yapamıyorum. Onu bile beceremiyorum. Çünkü annemin emin olduğu geri dönüşümden, ben de tersine eminim: Geri dönmeyeceksin. Eğer arkasını dönmeden giden biri olduğunu görürsen, geri dönmeyeceğini bil, diye öğretti hayat bana. Uzun zaman önceydi. Öğrendim. Öğrenmişim, haberim yokmuş.


Sen olmalıydın, dedim, arkandan sadece. Su değil de erimiş demir döktüm arkandan. Çin Seddi kadar uzun, büyük, kalın duvarlar kadar. Kalbimden akıp geçerken, yanmamış herhangi bir yerimi bırakmayan demirleri, günlerce, aylarca döktüm, döktüm. Geri gelmeyeceğine emin olayım diye değil. Salak olmayalım. Geri dönmeyeceğini bilecek kadar romantizmden uzak bir adamım ben. O demir duvarlar, seni görmeyeyim, ucunda senin olma ihtimalinin hayali olan labirentlerde kaybolmayayım, diyeydi.

Bilirim. Geri dönmeden gideceksen, arkanda kalanın bir anda karşına çıkması kadar üzen bir şey yoktur. Hayatının bir zamanını -zaten bir defa yaşayabildiği o anı- senin hayaletlerinle geçirmesi kadar kötü bir şey yoktur. O nedenle tek taraflı aşklar çokluk pişmanlıklarla biter. Yarası kapanmasa da. Bitmeyenlere gelince, bazı hayaletlerin ömrü uzun olur, ya da bazı tek taraflı aşıklarınki fazla kısa.


Nitekim gittin, demir duvarların arkasında kaldın. Ben de kendi acıma gömüldüm. Kendi sessizliğimin içinden fışkıran bin tür sese (başta senin sesin, gülerken, okşarken, kızgınken, etli dolma yerken, uyurken, dişini fırçalarken; her halde); görüntüye (sevişirken, gülerken, huzurluyken ve bazen huzursuzken); kokuya (senin kokun, senin kokun, senin kokun). Kendimi hepsinin anısına, ortasına gömdüm. Orada yatarken, o karanlığın, soğuğun ve sessizliğin içinde, her anı birer bakteri gibi her yerimi sarmış, çürütsün, üstümdeki kabuğumu alsın, kaldırsın, diye bekledim. Yaralar açtı o mikroplar; çürüdü her yerim, kötü kokular, büyük acılar sardı her yerimi. Ama ölüm böyle bir şey zaten. Ölmek değil, ölüm. Ölmek huzur dolu, kaybının, bitişinin, tükenişinin bilinçli sonu gibi. Oysa ölüm, yani öldükten sonrası, yani toprağın altındaki o zaman; başka bir şeye dönüşürken beklenen dönem. İşte orası çok kötü, çok karanlık. Melekler, şeytanlar, cinler, hesaplar, kitaplar, yüzleşmeler. Kaçamadan, dişlerini sımsıkı kilitleyerek, geçmesini beklediğim zamanlar.


Bakteriler her yerimi oydu. Göğüs uçlarım, kulaklarım, ağzım, burnum, saç diplerim, penisim, her yerimden içeri girdiler. Zedelenen, zarar gören, eskimiş, yeni bir hayatı kaldıramayacak kadar tükenmiş her yerimi uzun uzun kemirdiler. Ani ve büyük bir acıdan ziyade; katlanılabilir ama çok uzun süren bir ağrıydı bu. Bir süre sonra bilincimi kaybedebilecek kadar çaresiz bırakan, delirten, kendi içinden çıkmak için delice çabalayan ruhumu yorgun düşüren.

Orada öyle beklemekten başka çarem olmadığını çok sonraları anladım. Yavaş yavaş değişen, yenilenen vücudum; ve acıyla pişen ruhumla. Çok sonraları.

Aşkmış. Bana demedilerdi.

Bilebilseydim, kalın zırhlarımla, paralel evrenleri harekete geçiren zaman-uzay makinamla çıkardım karşına ve hatta çıkmazdım. O anı atlar, başka anlara geçerdim. Daha kalın derimle sevişirdim, kalbimi hep durduğu mutlak sıfırdaki derin dondurucudan hiç çıkarmazdım. Acı çekmeye doymuş, hayata tutunduğu ipleri gevşemiş, herkes gibi. Hepsi.



Uzun kış gecelerinde oldu bütün bunlar. Kimi zaman uykusuzluktan ağladım, kalkıp saatlerce boş duvarlara baktım. Kimi zaman gecenin ortasına denk gelen saçma sapan programlara bakarmış gibi yapıp, hiçbir şey düşünemeden, göremeden bekledim. Bazen bir kitaba gömülüp ağlaya ağlaya akıttım acımı; kimi zaman da çok duygu yüklü bir filmde kaskatı dakika saydım, ilk yarı bittiğinde çıktım.
Yediklerimi yemedim; giydiklerimi giymedim; sanki o ben değildim. Hayatın bir yerinde 'pause' düğmesine basmış, beklemedeydim. Zaman akarken, olduğun yerde kalmak gibi. Herkes akıp giderken, durmak, durmak, ardlarından el sallamak gibi.
Bir yandan herkesin acınaklı gözlerle baktığını bilip, kendini 'devam edemediğin' için suçlu/kötü/başarısız ilan ederken, diğer yandan hiçbir şey yapamamak. Kolunu kıpırdatamamak. Arada takvime bakıp, geçen günleri, doğal sayı doğrusu gibi görmek. Sıfır gününden, bir okun ucunda aniden beşinci güne geçmek, oradan farkına varmadan diğer bir okun ucunda sekiz gün sonraya gitmek. On üç gün olmuş işte. Bir an kafanı kaldırdığında, herkesin yeni olayları, yeni hayalleri ve yepyeni kıyaferlerinin haberlerini duydukça, çok geride kaldığının farkına varmak.

19 Aralık 2008 Cuma

21 Kasım 2008 Cuma

Ali Saydam, Akşam Gazetesi, 21/11/08

Kaybetmeyi Bilmek Gerek

Ülkemizdeki tüm siyasetçilere, siyasete soyunanlara ve siyasi iletişime kafa yoranlara küçük bir tavsiye: Mutlaka John McCain’i izleyin... McCain’in yenilgiyi nasıl yaşadığına bir bakın ki, siyasi iletişim “Galiptir bu yolda mağlup” düsturu nasıl hayata geçirilebilirmiş görün...

Hayır; sadece seçimin hemen ardından Obama için “Artık o benim Başkanım!” şeklindeki konuşmasından söz etmiyorum. İnternette dolaşan şu videoyu mutlaka izleyin...

Kerem Türkman kardeşimiz yollamış. ABD’nin David Letterman ile birlikte en başarılı ‘talk-show’cularından (sohbet programcılarından) Jay Leno’nun son programlarından küçük bir bölüm... (http://www.nbc.com)Leno’nun konuğu McCain... Adı anons edildikten sonra sahneye geliyor ve ilk yaptığı şey orkestradaki zenci gitaristle kucaklaşmak... Seyirciyi orada teslim alıyor. Bu jest, sonraki sözlerinin içtenlik algısı üzerinde çarpan etkisi yapıyor:

# Bebek gibi uyuyorum... İki saatte bir kalkıp ağlıyorum...

# Arizona’dan başkan çıkmıyor...

# Ertesi gün kahve almaya gittim ama gazeteleri okumadım. Ne yazdıklarını biliyordum...

Kaybetmeyi öğrenemeyen kazanmayı bilemez... Bunu bir de bizimkiler öğrense...



Şekersiz Tadelle bekliyorum...


Neyin yanlış ve kötü olduğu yolundaki haber ve yazılardan bıkkınlık geldi mi size de?..

İşte size bir hoşluk... Halkla ilişkiler adına son günlerde gördüğüm en buluşçu ve heyecan verici işlerden biri. Birkaç gün önce İletişim Danışmanlığı şirketi Grup 7’den bir paket gelmiş. Cart kırmızı... Kadife ile kaplanmış gibi... İçinde neler yok ki!.. Türkan Şoray fotoğrafı (gençlik hali), 3 adet PTT telefon jetonu, hakem / polis düdüğü, 10 adet misket (bilye), yoyo, plastik saç tarağı, beyaz kumaş mendil, Kadıköy Süreyya Sineması kartpostalı, eski dönemlere ait bir kartpostal, Moğollar’ın “Düm-Tek” adlı kaseti, Arko kremli berber traş sabunu (stik), Perma-Sharp traş bıçağı, 100 Türk Lirası (Tedavülden kalkmış eski kâğıt para), 50 Türk Lirası (Tedavülden kalkmış eski kâğıt para), 1 eski metal Lira, yine eski paralardan 100 Lira, 2 adet 1000 Lira, 25 Kuruş, 5 Liralık 3 adet posta pulu...

Kutunun içinde bir de mektup var. Genellikle PR ajansından gelen bu tür metinler pek okunmaz. Ancak bu okuttu kendini. Bir de o kutunun içindekiler biniyor üstüne. Okumama gibi bir şansınız yok... Mektup “çocukluğumuzun kutusunu” anlatıyor, o yılların küçük anı eşyaları ve olaylarından söz ediyor ve sonunda soruyor: “Çocukluğunuzun kutusunda eksik olan şey neydi?”...

Bu mektup ve o anı eşyalarıyla baş başa kalıyorsunuz. 10 gün sonra bir kırmızı kutu ve bir mektup daha geliyor. Kutu Tadelle dolu... Mektup yine okutuyor kendisini...

Ve Tadelle’nin onca yıl öncesinden gelip hayatımızdaki yerini yeni ambalajıyla nasıl yeniden alacağını anlatıyor...

Tadelle’yi ve Grup 7’yi kutluyorum... Kutu ve içindekiler ofiste başköşeye yerleştiler... Tadelle’ler ise arkadaşlar tarafından kapışıldı... Ben ise şekersiz imal edilmiş Tadelle’yi bir süre daha bekleyeceğim herhalde...

17 Kasım 2008 Pazartesi

Cem Mumcu'dan SEVMEK, YALNIZ KALMAK ve GİTMEK Güzellemesi, Tempo Dergisi

KARMAKARIŞIK SARMAŞIK

"Sana yazsam okuyabilecek misin? Zihnin, binlercesiyle doluyken, benim sesimi içine alabilecek bir sessizlikte, bir an olsun durabilecek mi? İçimi görebilecek misin? Sana eksik olduğunu sürekli hatırlatan ama eksiğinin aslında ne olduğunu unutturan bu sahte cümbüşün ortasında, sahici bir ses ayırt edebilecek misin? Bazen o kadar derinden gelirken sesin, niye sonra yüzeye çıkıyorsun? Uzak kalıyorsun, küçük, cılız kalıyorsun. Belki korkuyorsun. Benden mi? Ya da diğerlerinden mi? Burada benimle olanın 'adı' yok biliyorsun. Üstüne düşecek çiy tanesinin soğukluğundan sorumluyum, bakışının kırılmasından, dudaklarına değen parmak uçlarından sorumluyum. Sense hâlâ tarifler yapıyorsun. Yapmasan keşke. Yapmasan... Bense gülüyorum, acıyla gülümsüyorum. Fark eder mi ki kim kime aşık? Kim kime dolaşık? Bu karmakarışık sarmaşık... Kökü bende, dalları sende, suyu bende, yaprakları sende... İstersen kesersin bıçak gibi bir sözünle...


YALANA KANACAKSIN ...
Ama sen yine yalanlara kanacaksın. Bunu sırf korkundan yapacaksın. Sana korkmayı, sana savunmayı, sana kaçmayı, sana saklanmayı, sana hesabı, sana tedbiri salık verecekler çünkü biteviye. Bütün bunlar için daha fazla kendinden uzaklaşman, daha fazla yalnızlaşman gerekecek. O zaman daha da fazla bana ihtiyaç duyacaksın ama benim ben olduğuma hiç ikna olmayacaksın. Hep tamlığı arayacaksın yine. İnanmadan, emin olmadan arayıp duracaksın. Onu senin, bizzat 'kendi'nin, hemen şimdi yapmaktan başka şansın yokken, arayıp bulacağını umut edeceksin. Kaybetmekten korktukça, kaybetmekten korktuğun şeyler edineceksin. Hep daha çok kaybedecek şeyin olacak sahip oldukça. Daha da güçsüzleşeceksin... ... Sen bendeki eksiğine, ben sendeki noksanıma bu kadar muhtaçken ve bu bizi aç, bu bizi arzulu, bu bizi coşkulu kılarken; sen sonsuz bir tokluğa mahkum ederken bizi, yeniden aç olmayı özleyeceğiz. Ve sen başka bir eksiğin, ben başka bir noksanın peşine düşeceğiz belki de.."

14 Kasım 2008 Cuma

Arat Dink'in Varlığımdan Utandıran Yazısı: Yokluğum Türk Varlığına Armağan Olsun, 13 Kasım 2008, Taraf

ARAT DİNK / Egemenlerin “İnkâr Hanı”nda konaklamaları geçicidir hep; o, hanın jeopolitik önemindendir, konjonktür baskısındandır, meşruiyet derdindendir. Zincirinden boşaldı mı “İkrar Evi”ne dönmek ister, evi gibi yoktur onun. Gönlünde yatan aslan kükrer: Yaptımsa yaptım; yine yaparım!

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül soruyor: “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?”


Soru basit, hadi cevap ver.

Tek başına bir anlamı yok tabii. Hatta tek başına okunsa “Allah söyletmiş” ya da “gönülden söylenmiş sözler” de denebilir. Nitekim dünyanın birçok yerinde “Türkiye etnik temizliği kabul etti”, “Türkiye’de resmî görüş değişiyor” gibi olumlu yorumlarla karşılayanlar da olmuş.

Oysa işin aslı öyle değil. Zira Bakan “bugünkü devlet”i olumlayarak soruyor sorusunu. “Şunlar devam etseydi bugünkü devlet olur muydu” derken de eğer bugünkü devleti olumluyorsan, o devam etmeyen şeylerin devam etmemesinden de memnunsun demektir. Açık açık da söylemiş zaten –ben niye bu kadar uğraşıyorsam?..

Birçok yabancı, “bir savunma bakanı niye bunlarla ilgileniyor” diye de sorabilir tabii. Türkiye’yi biraz bileni de “savunma”nın bu ülkede başka bir egemenin tekelinde olduğunu bildiğinden, savunma bakanının asıl işini yapamadığı için mecburen başka şeylerle (demografik yapı, ekonomi vs.) ilgilendiğini düşünebilirdi. Ama Türkiye’yi biraz daha tanısa, azınlıkların bu ülkede tam da bu alanda değerlendirildiğini bilecek, hatta eğitim kitaplarında azınlıklardan sadece Lise Milli Güvenlik Ders Kitabı’nda bahsedildiğini bilecek ve Bakan’ın bu ilgisine hiç şaşırmayacaktı. Kısacası, savunma bakanı işini yapıyor.

Ciddiyete davet edildiğimi duyar gibi oluyorum. O yüzden bundan sonrası çok ciddi olacak. Soru neydi?..

“Rumlar, Ermeniler (YAŞAMAYA) devam etseydi, bugün Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?”

“Hayır olmazdı.” Basit soruya basit cevap.

Sen kalk, yokluğuma övgü düz, sonra da o yokluğum üzerine bir ülkenin kurulduğunu ifade et, o ülkenin bugünkü halini makbul gör, ondan sonra da ‘olsalardı ne olurdu halimiz’ diye iç geçir. Kendi ayağına kurşun sıkmanın tarifi gibi bir şey. ‘Sana ne’ diyeceksiniz. Sıkmışsa sıkmış. O ayakla sizin birlikteliğinizi çoktan koparmadılar mı zaten? Gerçekten de işin bu bölümünden artık bana ne...

Tabii işin en acı tarafı, Bakan’ın söylediklerinin büyük bölümünün maalesef doğru olması. Peki, doğruysa doğru, sorun ne? Bakan doğruyu söylüyor ama doğruyu yanlış söylüyor. Yüreğimizin tavan aralarına, bodrum katlarına koyup, gittiğimiz her yere beraberimizde götürdüğümüz, kırılgan acılarla dolu sandıklarımızı oradan oraya savuruyor. Zar zor, ite kaka vardığımız “O dönem herkes çok acılar çekti” kavşağından, direksiyonu birden bire “iyi oldu” sokağına kırıyor. Olanları doğru söylüyor ama olanların doğru olduğunu da söylüyor.

Şu soruya hakkıyla cevap verelim şimdi...

“Hayır, aynı olmazdı. Süper olurdu.”

Sen ne diyorsun?

Bütün ülke üç noktaya birikmez, kırk küsur merkez olurdu. Yirmi, otuz yıllık fidan hayatlarımız değil, kadim bir orman gibi kültürümüz olurdu. Anasının doğduğu yerde doğabilirdi herkes, işte o zaman ülke, “memleket” olurdu.

Ben neler söylüyorum?

Hiçbir şey değişmese bile en azından o insanlar bugün yanımızda, bizimle yaşıyor olurdu. Hiçbir şey değişmese bile en azından sen bu ülkede savunma bakanı olmazdın. Olsan da böyle düşünmezdin. Düşünsen de böyle konuşacak cesaret bulamazdın. Konuşsan da ertesi gün hâlâ bakan olmazdın.

Bir daha bakalım, savunma bakanı neyi savunuyor?..

Olmamamızın iyi olduğunu savunuyor. Tehcir ve mübadelenin Türkiye için çok hayırlı olduğunu savunuyor. Bunca yıl söyleyip duracaksın ‘öyle bir niyet yoktu, bunlar savaş tedbiri’ falan filan diye; ondan sonra da, bu “gönülsüz tedbirler”den nasıl fayda sağladığını, onların üzerine nasıl inşa olduğunu falan, rahat rahat anlatacaksın.

Bu gönülsüz tedbirlerin anlamının “milyonlarca can” olduğunu ayrı bir cümlede söyleyeyim dedim, yoksa ağır olacak...

Çok sık unutulan ilginç bir şey söyleyeceğim: Biz hâlâ varız. İşte şu kadarız bu kadarız. Azız mazız, azınlığız, ama varız. Bizim de (yani şu an olanlarımızın da) olmamamızı mı istiyor Bakan?

“Yok” diyecek elbet. “Estağfurullah. Olur mu hiç öyle şey; sizin başımızın üstünde yeriniz var.” Madem bizim olmamızın bir mahzuru yok o ölenler, o gidenler de olsaydı... Ama o bunun cevabını vermiş. Onlar işte verimli topraktaydı, adadaydı modadaydı, paralar onlardaydı... “O verimli topraklar, o paralar babanın malıydı da hileyle hurdayla mı aldılar, yalanla dolanla mı aldılar? Onlar, o verimli topraklara gökten zembille mi indiler” diye sorarlar adama.

Bu resmî tez benim kafamı iyice karıştırdı. O insanlar tedbiren mi sürüldüler, yoksa verimli topraklardalar diye mi sürüldüler? Unutmuşum, zaten Ermeniler Ermeni oldukları için sürülmemişlerdi... Sadede geliyoruz galiba. Tabii o zaman “soykırım”dan yırtmak için verimli topraklardaki müslim-gayrimüslim herkes sürüldü” gibi bir şey söylemek gerekecek –o tarih de yakında yazılır herhalde.

Sermayenin “milli”leştirilmesiyle (hele böyle millileştirme) liberal ekonominin aynı cümlede nasıl kullanıldığını da bir uzman bize anlatır artık. Sen “milli”yi böyle tarif et, “millet”i, “Türk”ü böyle tarif et ondan sonra da çıkıp “tek millet” diye slogan attığında karşı çıkanlara kapıyı göster. “Ben Türk değilim” diyene de kız.

Çok ciddi bir önerim var. Hani göz bebeklerimizi, civcivlerimizi her pazartesi sabahı, torna-tesviye sıralarına oturtmadan önce, beton bahçelerde topluyoruz ya, hani onlara şuur aşılayıp, tekleştirip, kutsal amaçlara kanalize edip, dar borulardan geçiriyoruz ya. Hani hep bir ağızdan ant içtiriyoruz ya: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye... Azınlık okullarında şöyle dedirtelim çocuklara mesele kapansın: “Yokluğum Türk varlığına armağan olsun.”

İnkârdan ikrara doğru yol alınacağını elbette öngörebilirdik de, o ikrarın böyle gönülden bir ikrar, yaşananı olumlayan bir ikrar olacağını da doğrusu tahmin edemezdik.

“Gönülsüz tedbirler”den, “gönüllü yokluğumuz”a, resmî ağzın önlenemez evrimine tanık oluyoruz. İç ses artık işkembede durmuyor, duramıyor. Ne de olsa egemenler inkârı sevmez. “Madem egemenim, niye inkâr edeyim?” Egemenlerin “İnkâr Hanı”nda konaklamaları geçicidir hep; o, hanın jeopolitik önemindendir, konjonktür baskısındandır, meşruiyet derdindendir. Zincirinden boşaldı mı “İkrar Evi”ne dönmek ister, evi gibi yoktur onun. Gönlünde yatan aslan kükrer: Yaptımsa yaptım; yine yaparım!

Sür kardeşim o zaman. Gönlümüz zaten sürüldü çoktan. İliklerimize işlemiş kör olası ilkeler sayesinde zaten zar zor durduğumuz memleketimizden, atalarımızın, daha da önemlisi torunlarımızın yüzüne bakacak onurlu bir duruş uğruna ağız dolusu lafı yiyip yuttuğumuz, her gün yaşamaya çalışarak yaşadığımız DÜNYAMIZDAN, sür bizi de gayrı. Sür gitsin, sür bitsin. Bu lafı yutmayacağım ben.

Ama niye süreceksin? Bizim etimiz ne budumuz ne? Dişinin kovuğuna gitmez. Zaten biz sürüyüz. Egemenliğe ortak olmayı istemek yerine, egemenin akıllısını ister ya sürüler, bizimki de o misal; oturmuş egemenin akılsızlığından bahsedip, egemen uyarıyoruz. Bu kadarı da fazla, bu iş böyle göstere göstere de yapılmaz ki. Vicdan evinden hiç mi geçmedi yolun?



Koray'ın Notu: Yok Koray'ın notu. Şu yazının bir adım ötesine yürüyecek bir sözü yok. Utancından boğuldu bitti. Kendisini temsil edenlerin laflarından, onların ağızlarını kapatamamaktan, başka gezegenlere gönderememekten duyduğu utançtan...öldü bitti.
Kafatası avcılığının daha moderncesini bile değil, aynısını yapmaktan ne zaman/nasıl vazgeçeceğiz? Yerinden, yurdundan, dostundan ve hatta düşmanından sürülmüş bu insanları, nasıl koruyup kollayacağız ki? Acıtmadan, üzmeden. Hem zaten çok üzüldüler. Çok üzdük. Biz üzdük. Onları...


13 Kasım 2008 Perşembe

Erdal Şafak, 13/11/08, Sabah Gazetesi

Bu kadarı ayıp oluyor!

Türkiye'yi en az 30 yıldır tanır. Hem de çok iyi tanır. Başbakanlardan bakanlara, patronlardan üst düzey bürokratlara ve yöneticilere kadar.
Türkiye'ye en az 30 yıldır gelirgider. 1977'den beri İsviçre'nin dağ kasabasında Türkiye konulu zirveler, Türkiye temalı özel geceler düzenler, Türkiye'de de forum, zirve gibi etkinlikler hazırlar. "Bölgeleri birleştirmek, yeni fırsatlar yaratmak" (2006'da), "İstanbul zirvesi" (2007'de), "Avrupa*Orta Asya Toplantısı" (2008'de) gibi.
Memleketimize her fırsatta hayranlığını dile getirir: "Türkiye bölgesinde lider ülke", "Türkiye bana heyecan veriyor", "Türkiye çok etkin bir ülke" gibi.

Bilgileri ile verileri çelişiyor
Bu ülkede patronlar kulübünü bir kadının yönettiğini, en büyük holdinglerden birinin başında bir kadının bulunduğunu, en büyük yabancı sermayeli bankanın genel müdürlük koltuğunda bir kadının oturduğunu bilir.
Bu ülkede temel eğitim öğretmenlerinin yarıdan fazlasının, lise öğretmenlerinin yarısının kadın olduğunu da bilir.
Bu ülkede doktor ve eczacıların çoğunluğunu kadınların oluşturduğunu, iletişim (medya, halkla ilişkiler) ve hizmet sektörlerinde, başta tekstil olmak üzere birçok işkolunda kadınların ağırlıklı yeri bulunduğunu bal gibi bilir.
Burada okullaşma oranının yüzde 97'yi geçtiğini, dolayısıyla kız çocuklarının eğitime erişimlerinde birçok ülkeyi kıskandıracak bir performansa ulaşıldığını da bilir.
Burada kadınların erkeklerden çok yaşadığını, bebek ölümlerinde aşağı-yukarı Batı standardının yakalandığını, çalışan kadınlara doğum izni (Babalara da tanındığına göre "Ebeveyn izni" dememiz daha doğru olacak) süresinin AB düzeyine çok yaklaştığını da bilir.
Prof. Klaus Schwab'dan söz ediyoruz. "Davos zirvesi" diye bilinen Dünya Ekonomik Forumu'nun kurucusundan. Dünya siyaset ve "Business" liderlerini her yılın ilk ayında İsviçre'nin dağ kasabasındaki küresel gövde gösterisinde buluşturan, artık gelenekselleşmiş bu yıllık randevu çerçevesinde Türkiye'den de onlarca politikacı, işadamı ve medya mensubunu -yüklü aidatlar ve faturalar ödetere- kağırlayan Klaus Schwab'dan.
İşte Türkiye'yi ve Türkler'i iyi tanıyan o Prof. Schwab'ın kurup yönettiği Dünya Ekonomik Forumu dün kadın-erkek eşitliği raporunu açıkladı. 130 ülkenin yer aldığı klasmanda Türkiye kaçıncı sırada gösterildi dersiniz? 123! Evet, 130 ülke arasında sondan 8'inci!
Rapora göre, dünyada kadın-erkek eşitliğinde, daha doğrusu eşitsizliğinde Türkiye'den daha kötü durumda olan sadece 7 ülke var. Sayalım: Mısır, Fas, Benin, Pakistan, Suudi Arabistan, Çad ve Yemen!

Sözün bittiği yer
Pes. Gerçekten pes. Moğolistan, Kırgızistan, Özbekistan, Botsvana, Gambiya, Mali, Moritanya, İran, Cezayir, Etiyopya gibi ülkelerde kadın-erkek eşitliği Türkiye'ye göre daha, hatta çok daha iyi!
Değerlendirmenin 4 kritere göre yapıldığı belirtiliyor: 1- Kadınların işgücüne katılımı ve fırsat eşitliği, 2- Eğitim düzeyi, 3-Siyasal etkinlik, 4- Sağlık ve ortalama yaşam süresi.
Türkiye'ye 123'üncü sıranın layık görülmesinin gerekçelerine bakıyorsunuz; örneğin işgücüne katılımın önemli verileri arasında gösterilen temel eğitimde ve lise öğreniminde kadın öğretmen oranı haneleri boş bırakılmış. Veri yokluğundan. Zahmet edip Milli Eğitim Bakanlığı'nın internet sitesine bile girmemişler. Üstelik kullanılan diğer verilerin çoğu da en az iki yıllık.
Kabul; Türkiye kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk devletlerden biri olmasına rağmen siyasette kadınlara hak ettikleri yeri bir türlü sağlayamadı.
Kabul; İşgücüne kadın katılımı oranı son yıllarda geriliyor, işsizliğin ilk kurbanı genellikle kadınlar oluyor.
Ama bunlar Türkiye'yi "Dünyanın en geri ülkelerinden biri" olarak göstermek için yeterli mi? Gerçekten öyleyse, henüz yol yakınken AB üyeliği talebimizi geri çekelim. Derhal. Çünkü, bu verilere göre, Avrupa Birliği'ne katılma hayallerinden vazgeçip, dünyanın en yoksul, dolayısıyla en geri -ve de en geri kafalı- ülkeleri grubuna adımızı yazdırmamız gerekiyor.
Araştırmayı yapanlar, AB'nin 2008 Türkiye İlerleme Raporu'na bile göz atmamışlar: "Kadın haklarında belli bir gelişme sağlandı. 30 bin kamu görevlisi bu konuda eğitimden geçirildi."
Bizden bu kadar. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın, Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı'nın ve HSBC Genel Müdürü Piraye Antika'nın da herhalde ilk karşılaştıklarında Prof. Klaus Schwab'a bir çift sözleri olur...