30 Temmuz 2008 Çarşamba

www.taraf.com.tr

Taraf gazetesinin online versiyonuna çok kısa zaman önce denk geldim. Doğan yayın grubunun haberlerinden (bile isteye) zehirlenen herkese tam bir 'alternatif' sunan Taraf'ı internetten okuyun, okutun, zihniniz açılsın, dogmalar kaçılsın. (neydi bu?)

Bu arada bu bloga yazdığım gün itibariyle Ergenekon ile Baykal arasındaki muhtemel ilişkinin MİT raporlarına girdiğini de (başka kim olabilir ki?) tabi Taraf gündeme getiriyor.
İşin çok komik yanı, kapatma davası ile ilgili başbakanı mahkemeye ve adalete saygıya davet eden Baykal'ın, Ergenekon savcısına, cüppeni çıkar mahkemede hesaplaşalım demesi. Eh, komik. Gündemin tamamı öyle gerçi. Bu Türkiye siyaseti daimi bir deja vu!

29 Temmuz 2008 Salı

ING Bank Reklamları

Mutlaka televizyonda karşınıza çıkmıştır. Özellikle fotoğrafçılı olan beni çok etkiledi, aşçılı olan da bir o kadar iyi. Hatta son birkaç aydır izlediğim en iyi reklam filmleri olduğu söylenebilir.

Fotoğrafçı'lı reklamın metinleri nasıl hazırlandı, kim yazdı, bu adam onları nasıl bu kadar hissederek söyledi, anlamıyorum. Bu prodüksiyonun büyüklüğü, akıtılan paranın çokluğu ile olacak iş değil, başka bir kıvılcım, insanın kalbine değecek kadar ince bir tel gerektiriyor. Bence ING Bank işi tamamdır, artık akıllarımızda yerini etmiştir.

Reklamların ikisini de buraya ekliyorum.


Microsoft'un Yeni Alametifarikası

İsmi Sphere, yani Küre. Bir 'Multi-touch' teknoloji harikası. İç tarafındaki projektörden, küreye yansıyan bir sistem, çoklu dokunuşları algılayan bir yüzey. Uzay çağına yakın, bize uzak gibi geliyor ama çok da uzun olmayan bir süreçte, etrafımızda bu tip küreler göreceğimiz kesin. Bir şey vaat ediyor mu? Henüz değil. Ama yakındır.

Burada hem video'yu, hem de daha fazla bilgiyi bulmak mümkün:
http://blog.seattlepi.nwsource.com/microsoft/archives/144629.asp

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Her Hafta The Economist Yazıları'ndan Seçmeler Burada.


Bir dolu sosyal arkadaşlık sitesi, gerçekten arkadaşlık mı getiriyor, nefret mi?
Social networks and video-sharing sites don’t always bring people closer together


Sarkozy Fransa'yı nereye götürüyor?
Quietly but determinedly, Nicolas Sarkozy is pressing ahead with reforms in France-all without provoking huge strikes and street protests


Dünyanın bir yerinde hala gazete okunuyor.


Kırk satır, kırk katır sorunsalı: Enflasyon mu, deflasyon mu?

The markets have become incredibly volatile as investors vacillate between these outcomes


Amerika'nın bir sonraki başkanı Avrupa'nın neyine talip?



Google ile Nokia Cep Telefonu'ndan Söz Kesti

Radikal, 28/7/08

J. Gold Associates adlı araştırma şirketi tarafından hazırlanan bir rapora göre Nokia’nın bütün modellerinde kullandığı ve yakın zamanda tamamını satın alarak açık kaynak olarak herkesin kullanımına sunduğu Symbian ve Google’ın mobil cihazlar için hazırladığı işletim sistemi Android birleşecek.
Google uzun zamandır yoğunlaştığı mobil cihazlarda oldukça temkinli ilerliyor zira bu alanda senelerdir tutunmaya çalışan Microsoft gibi hüsrana uğramak istemiyor. Bu alanda pazar lideri Nokia ile işbirliğine gitmesi ve yine açık kaynaklı bir sistemde kalacak olması Google’ın en büyük avantajlarından biri olacak.
Bu konuda Symbian da karlı çıkması bekleniyor. Çünkü Mevcut pazardaki hakim konumunu iyice güçlendirirken Nokia’nın şemsiyesi altından çıkması ve Google’ın da oyuna girmesiyle senelerdir olmaya çalıştığı açık ve ortak platform hayaline bir adım daha yaklaşmış olacak.
Google’ın Symbian’a adım atmasının Windows Mobile’ın sonunu getireceğini iddia edenler bile var. Elbette henüz bu analize ne Nokia, ne de Google cephesinden bir yorum gelmiş değil.

Bir Maestro: Murat Yetkin'in yazıları da artık burada!

Radikal, 28/7/08

Kapatma davasından ne çıkacak?


Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Ergenekon davası sorulduğunda ‘Yargı ve yargıçları rahat bırakalım’ dedi. Haklı. Herhalde aynı kanıyı bugün Anayasa Mahkemesi’nde karar oturumlarına başlayacak AK Parti Kapatma Davası için de taşıyordur.
İlk oturumda karar çıkması ihtimali kağıt üzerinde var, ancak çok zayıf. Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın iddianamesinin, kapatılma ve 71 kişi hakkında istenen siyaset yasağı talebinin, AK Parti savunması ve Raportör’ün kapatılmama kanısının bir kez de 11 üye tarafından topluca ele alınması bir çırpıda kararı oluşturmayabilir. Görüşme sırasında belki Raportörden bir konunun biraz daha açıklığa kavuşturulması istenecek, bu yeni bir oturum anlamına gelecektir.
Son dönemde görülen önemli parti kapatma davalarına baktığımızda, Refah Partisi’nin kapatılmasının 8, Fazilet Partisi kapatma davasının 11 günde çıktığını görüyoruz. Bu tabii ki, davalardan hem dönem, hem nitelik olarak farkı bulunan AK Parti davasının da benzer sürede sonuçlanacağı, ya da ilk günlerde çıkmayacağı garantisi sayılmaz. Ama fikir verir.
Peki AK Parti davası neden diğer kapatma davalarından daha önemli? Evet, aslında şiddeti, ayrımcılığı, vs teşvik etmediği sürece modern siyasi sistemlerde parti kapatılmasına el veren yasalar bulunması kendi başına bir yanlıştır. Ne var ki, yasalarımız böyle ve örneğin 9 Anayasa değişiklik paketini AB mevzuatıyla uyum için değiştirirken bir araya gelebilen AK Parti iktidarı ve ana muhalefetteki CHP, ne parti kapatmalar, ne de sistemdeki bütün kötülüklerin anası olan seçim yasası ve siyasi partiler yasasını güncellemek için işbirliği yapmadılar. Eldeki malzeme bu.
AK Parti davasının daha öncekilerden farkına gelince; 1- İlk kez bir parti hakkındaki kapatma davası, o partinin iktidarı devam ederken karar aşamasına geldi, 2- Bu kapatma davası Türkiye’nin ekonomi, güvenlik ve siyasette dünya ile bütünleşmeye en açık olduğu dönemde görülüyor.
Bu iki nedenle, davanın içerideki ve dışarıdaki yankıları, öncekilere göre çok farklı. Örneğin Refah Partisi kapatma davasında dış dünyadan saklı bir desteğin geldiğini bile söylemek mümkün. Necmettin Erbakan’ın meclis’teki bir grup konuşmasında ‘kanlı mı, kansız mı’ ikilemini ortaya atması, Anayasa Mahkemesi’nin RP’yi kapatma kararının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından dahi onaylanan tek kapatma kararı olmasına yol açmıştı. Bunun ötesinde Erbakan’ın AB ve genel olarak batıya bakışı en hafif ifadeyle dostça değildi. AB bir Hıristiyan kulübüydü, zaten dünya bir dizi Siyonist komploya maruzdu Erbakan’a göre.
Oysa bugün batı dünyası, Başbakan Tayyip Erdoğan’a baktığında Türkiye tarihindeki en kapsamlı reform hareketini gerçekleştirmiş, temel meseleler üzerine diyalog kurulabilen ve seçmenlerin neredeyse yarısının desteğini almış bir siyasi muhatap görüyor.
Siyasette modernist, ekonomide liberal sayılacak bu hareketin, dünyadaki örneklerinin tersine dinin toplum ve siyasetteki rolünün azalmasına yol açacağına, artması için nasıl çaba harcadığı, giderek daha çok batılı siyasetçinin saptadığı bir çelişki.
Ama Kapatma Davası gibi devasa gelişmeler, bu önemli ayrıntının gündeme gelmesine engel oluyor; gölgesinde bırakıyor. Bizlere ‘ekonomi batacak’, ‘AB ipleri koparacak’ gibi öcü masalları anlatan acemi korku jeneratörlerini bir kenara bırakalım; onlar da bir başka hıncın esiri olmuşlar. Ama dünyanın gözünü haklı olarak bu davaya çeviren, işte bu genel ve kabul gören modern demokrasi eğilimine aksi yönde akışıdır.
Artık söylenecekler söylendi; bugünden itibaren karar 11 üyenin vicdanlarında oluşacak.
Zor bir karar. Mahkeme tabii ki kararını açıklarken, o kararın hangi cephede zafer, hangi cephede intikam duygularına yol açacağını bir kriter olarak almayacaktır. Ama sonuç ister istemez böyle olacaktır.
Üçüncü yol ihtimali zayıf olsa da mevcut: AK Parti’nin laiklik karşıtlığından suçlu bulunup, eylemlerin yeterince güçlü olmaması gerekçesiyle Mahkeme takdirine bağlı olarak kapatılmadan (dolayısıyla kimseye siyaset yasağı gelmeden), yalnızca Hazine yardımı kesilerek cezalandırılması kağıt üzerinde mümkün.
Bu durumda AK Parti kapatılmayacak, erken genel seçim yapılmayacak, daha fazla zaman ve enerji kaybedilmeyecek ama laiklik konusunda daha duyarlı davranması yolunda çok güçlü bir uyarı verilmiş olacaktır. Mevcut koşullarda kimseyi memnun etmeyecek karar, belki de ideal çözüm olacaktır.

Ruşen Çakır Güngören'deki Terör Saldırısını Yorumluyor

Vatan Gazetesi, 28/7/08
Akla ilk PKK geliyor ama...


İstanbul’daki ABD Başkonsolosluğu’na El Kaide’nin düzenlemiş olduğu söylenen silahlı saldırının üzerinden bir ay bile geçmedi. Ancak Güngören saldırısı hiç de El Kaide işine benzemiyor. Bu “kör terör” saldırısı daha çok bir “rövanş” eylemine benziyor. Ama kim kimden, neyin rövanşını almak istiyor? Kuşkusuz ilk olarak akla PKK geliyor. Örgütün Kuzey Irak’taki varlığına yönelik aralıksız askeri operasyonlardan iyice bunaldığı kırsal kesimde etkili eylemler düzenleyemediği, bu nedenle terörü büyük şehirlere taşımak istediği biliniyordu. Zaten örgütün büyük şehirlerde masum vatandaşlara birinci derecede zarar veren sayısız bombalı eylemi var. Bunların en son örnekleri Ankara’da Anafartalar Çarşısı’nda ve son olarak Diyarbakır’da askeri servis aracına yönelik bombalı saldırılardı.

Bununla birlikte tedbirli olmakta yarar var. Öncelikle yönteme bakalım: Daha önce de peşpeşe bombalı saldırı ihtimalleri gündeme gelmişti ancak bunun etkili bir şekilde ilk kez gerçekleştiğini görüyoruz. Öte yandan eylemin planlamasının, olabildiğince çok insanın ölmesine göre yapılmış olması da düşündürücü. Son olarak, yoğun istihbarat çalışmaları nedeniyle PKK’nın İstanbul’da böylesi profesyonel bir eylemi gerçekleştirmesinin nispeten zor olduğunu kayda geçirmek lazım. Eğer bir şekilde PKK yapmışsa, sorumlularının çok ama çok kısa zamanda yakalanacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Her ne kadar hava harekatlarının hemen ardından yapılmış olsa da eylemin zamanlaması da dikkat çekici. DTP kongresini daha yeni yaptı Abdullah Öcalan İmralı’dan Ergenekon davası üzerine açıklamalar yapıp duruyor ve askeri operasyonlar da olmasa PKK’yı unuttuk gibi. Yani örgütün şu günlerde kendisini böylesi bir “kör terör” eylemiyle hatırlatmak istemesi garip.

PKK’yı hep akılda tutmakla birlikte eylemin zamanlamasının altını kalın bir şekilde çizmekte yarar var: Türkiye ne zamandır iki olaya odaklanmış durumda ve bunlarda çok önemli virajlar alındı veya alınmak üzere: Cuma günü Ergenekon davası resmen açıldı bugün de AKP’nin kader oturumları başlıyor.

Sonuç olarak bu “kör terör” eylemini PKK veya bildiğimiz ama kendisini gizlemek isteyen bir odak ya da bugüne kadar adını hiç duymadığımız bir başka oluşum düzenlemiş olabilir. Her kim olursa olsunlar, Türkiye’de zaten vahim ölçüde varolan gerilimi daha da tırmandırmak kaosu daha da derinleştirmek istedikleri kesin.

Ve bu amaçlarına maalesef ulaşmakta pek zorlanacağa benzemiyorlar.

Erdal Şafak, 28/07/08

Yakın geçmişe yolculuk

Türkiye bir süredir bazısının nereye götüreceği bilinen ve bazısının ise nereye çıkacağı kestirilemeyen, kimi mayınlı, kimi güvenli birçok yolun kesiştiği bir kavşakta bocalıyor. Ama artık seçim zamanı gelip çattı. Bugünden itibaren pek de uzun olmayan zaman diliminde bu yollardan birine yönelecek.
Bu zor günlerin arefesinde "Kavşağa nasıl geldik" sorusu aklımıza takıldı. Yanıtı aramak için tam bir yıl öncesine döndük.
Hani, demokrasinin sandık tsunamisinin dalgalarında sörf yaptığı, zafer sarhoşluğuna kapılmayan Başbakan Erdoğan'ın "Farklı tercihleri demokratik hayatımızın zenginliği olarak görüyoruz. Seçimlerden daha güçlü bir şekilde birinci çıkan parti olarak bu zenginliği korumak herkesten önce bizim görevimizdir, rahat olunuz. Milletimizin değerlerinden, Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden asla taviz vermeyeceğiz" söylevinin herkesi heyecanlandırdığı, coşan İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nın 55.625,44 puanla tavanı deldiği (Bu haftaya 37.556 puanla başlıyor. Bir yılda değerinin üçte birini yitirdi) günlere...

Ne umutlu başlangıçtı
Ve o günlerde Türkiye'deki yeni döneme ilişkin beklentiler üstüne yazılıp çizilenleri bir kez daha okuduk. Zaman zaman içimiz burkularak. İşte bir demet:
* "AK Parti'nin seçim öncesinin kavgalarına geri döneceğini sanmıyorum. Tüm önemli kararlarda daha uzlaşmacı bir tavır sergileyeceğini düşünüyorum. Yeni dönemde Türkiye'yi bekleyen en zorlu iş, iflas etmiş olan siyasal sistemi yenilemek olacak. Türkiye'de halk kazandı, şimdi sıra demokrasiyi inşa etmeye geldi. 12 Eylül rejiminin dayattığı sistemden kurtulmak zorundayız. Zaten Erdoğan'ın da başka bir seçeneği yok." (Bahçeşehir Üniversitesi'nden Prof. Dr. Cengiz Aktar'ın "La Liberation" ve "El Watan" gazetelerinde yayınlanan yorumları)
* "Erdoğan'ın yeni dönemde bilek güreşinden kaçınacağını sanıyorum. Seçim zaferinin sonuçlarını niye riske atsın ki?" (Anadolu Araştırmaları Merkezi uzmanlarından Jean Marcou'nun "La Liberation"a yaptığı değerlendirme)
* "Erdoğan önümüzdeki 5 yılda çok şey gerçekleştirmeyi planlıyor. Temel haklar ve insan haklarının ülkesinde de daha çok geçerlilik kazanmasını ve kişi başına düşen gelirin ikiye katlanmasını amaçlıyor. Ancak bu hedeflere çatışmayla ulaşmak mümkün değil. O nedenle Erdoğan'ın anahtar sözcüklerinden biri uyum. Başbakan, tüm toplumsal grupların yönetime katılmasını hedefliyor. İlk iş olarak da yeni bir reform atağı başlatmaya hazırlanıyor. Bu çalışmanın özünde, odak noktasında devletin değil, devlet tarafından güvence altına alınan temel hakların ve insan haklarının olacağı yeni anayasa bulunuyor." (Frankfurter Allgemeine Zeitung)

Nerede hata yapıldı?
* "Yeni hükümetin hukuki ve ekonomik reformları tam bir kararlılıkla ve somut sonuçlarla gerçekleştirmesi hayati önem taşıyor. Bu reformların İlerleme Raporu'nun yayınlanacağı Kasım ayına yetiştirilebileceğini umuyorum." (AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn)
* "AK Parti reform yolunda ilerlemeye devam etseydi, son zamanda yaşanan şeylerin çoğu yaşanmayabilirdi. En büyük hatası AB konusunu ikinci plana atabileceklerini düşünmeleri oldu. O nedenle yeni dönemde tekrar reformlara dönmesi hayrına olur." (Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk)
* "Türk halkı modernleşme için Erdoğan'a onay verdi. Türkiye gibi büyük ve çeşitliliğin yoğun olduğu bir ülkede reform yapmak kolay iş değil ama Erdoğan bu iş izin doğru adam." (The Guardian)
"Seçim sonuçları Ortadoğu'da Müslümanlar'ın yoğun olduğu bir ülkede demokrasi adına bir zaferdi belki ama acaba sağduyu ve ılımlılık açısından da zafer olacak mı?" (The Times)
* "Seçim zaferi Erdoğan'ın önünde geniş bir bulvar açmıyor, sadece sarp bir yolda yürümeye devam etmesi hakkını sağlıyor. Bu yolda tökezlememesi için demokrasiyi güçlendirecek reform hamlesini bir an önce başlatması gerekiyor."
Daha yüzlerce örnek sıralayabiliriz. Meğer dost gerçekten acı söylermiş. Uzlaşma, yeni anayasa, daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, insan hakları ve çoğulculuk odaklı yeni siyasal sistem, AB ile bütünleştirecek reformlar... Bir zamanlar Türkiye'nin gerçek gündemini oluşturduğunu sandığımız bu beklentilere ne oldu? Umutlarımız aslında çöldeki serap mıydı?
Keşke geçmişe yolculuk mümkün olsaydı da, "Nerede hata yapıldı?" sorusuna yanıt bulabilseydik...

Ekonomi Bilenler İçin: Dünya ekonomisinin istikrarı yavaşlamasından geçiyor

Referans, 28/7/08, Erhan Aslanoğlu

2002-2006 yılları arasında Türkiye ekonomisi düşen enflasyon, hızlanan büyüme, bol likidite ve buna bağlı olarak finans piyasalarında güçlü çıkışların ve iyimserliğin hakim olduğu bir dönem yaşadı. Fakat benzer bir eğilim dünyanın hem gelişmiş hem gelişmekte olan birçok bölgesinde de yaşandı. Global dinamikler bu pozitif fotoğrafın arkasında çok etkili oldu. Irak operasyonu ya da AB müzakereleri gibi Türkiye'ye özgü siyasi ve jeopolitik süreçler Türkiye'yi zaman zaman bu global dinamiklerden kısa süreli de olsa ayrıştırdı.
2007 yılının ortalarından bu yana global dinamiklerde önceki döneme göre önemli bir değişim başlamış görünüyor. Bu değişim Türkiye'yi de etkisi altına almaya başladı. Peki nedir bu değişim? Bir cümleyle özetlemek gerekirse, dünya ekonomisi bol likidite -hızlı büyüme düşük enflasyon döneminden, azalan likidite yavaşlayan büyüme yükselen enflasyon dönemine girmiş görünüyor.
2002-2006 yıllarına şöyle bir bakarsak, dünya ihracat hacminde yaşanan inanılmaz yükselişin yaşanan pozitif ortamın arkasındaki temel faktör olduğunu düşünüyoruz.
Çin'in etkisi
Dünyadaki yıllık ihracat hacmi 1996-2001 yılları arasında yüzde 45 civarında artarak 6 trilyon dolara ulaşırken, 2002-2008 arasında yüzde 166 artarak 16 trilyon dolara çıkıyor. Bu artışın temel nedeni 2001 yılı kasım ayında Çin'in dünya ticaret örgütüne girmesi görünüyor. Çin rekabet avantajını da kullanarak çok daha güçlü ve fazla ihracat yapmaya başlıyor. Asya bölgesindeki büyümeyi hızlandırıyor. Enerji ve hammadde talebi arttığı için bu ürünleri üreten ülkelerin ihracatı ve dolayısıyla gelirleri de artıyor. Dünyada artan ihracat gelirlerinin büyük bölümü Güneydoğu Asya, Ortadoğu, Orta Asya gibi bölgelere yayılıyor. Dünya ticareti sıfır toplamlı bir oyun. Bir tarafta ihracatı artanlar varsa bir tarafta da ithalatı artanlar oluyor. İthalatı artanlar arasında en büyük paya sahip olan ülke ise ABD. Bu ülke son dönemde yıllık 700-800 milyar dolar dış açık verdi. Bu açıklarınının büyük bölümünü de para basarak, yani dünyaya dolar arzını artırarak kapattı. Başta Çin olmak üzere bölgedeki birçok ülke ve enerji ihraç eden ülkelerin merkez bankaları ABD kaynaklı bu dolarlarla döviz rezervlerini artırdılar. Karşılığında ise yerel para arz ettiler.
Güçlü dövi rezervleri
Böylesine bir parasal genişlemenin enflasyon yaratması beklenir. Fakat bu olmadı, özellikle Çin'in ve Hindistan'ın ucuz işgücü maliyeti ne bu ülkelerde ne de diğer ülkelerde enflasyona izin vermedi. Bu nedenle de merkez bankaları döviz karşılığı verdikleri likiditeyi çok fazla çekmedi. İşte bu gevşek para politikası ve likidite bolluğu önce bu ülkelerin sonra da dünya ekonomisinin hızlı büyümesinin nedenlerinden birisi oldu. Bu sürecin bir yansıması da ABD ekonomisinde gözlendi.
Güçlü döviz rezervleri olan Çin ve diğer bazı gelişmekte olan ülkeler bu rezervlerin bir kısmını ABD tahvillerine yatırarak bu ülkenin dış açığının kapatılmasına yardımcı oldu. Sorun yaşamayan ABD ekonomisi de hızlı büyüdü, konut başta olmak üzere varlık fiyatlarının arttığı bir dönem yaşadı. Sonuç olarak, dünyanın birçok bölümü likiditenin bol olduğu, varlık fiyatlarının arttığı iyi bir süreç geçirdi.
Son bir yıldır yaşananlar bu tablonun hızla değişmeye başladığına işaret ediyor. Öncelikle, hızlı büyüme enerji ve hammadde fiyatlarında sert yükselişlere yol açmaya başladı. Bütün dünyada enflasyon oranlarında artışlar gözleniyor. ABD'de konut sektöründe başlayan daralma artarak devam ediyor. Düşen konut fiyatları servet etkisi yoluyla tüketici güvenini azaltıyor, tüketim harcamalarını düşürüyor. ABD'de başlayan yavaşlama AB ekonomisine yansımaya başladı. Son gelen veriler Çin dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde de hafif de olsa yavaşlama sinyali veriyor. Yavaşlayan ekonomilerde borsalar düşüyor, varlıklar değer kaybetmeye başlıyor.
Gevşek para politikası
Yavaşlayan büyüme ve yükselen enflasyon bütün dünyada merkez bankalarının işinin zorlaştığı bir döneme girdiğimize işaret ediyor. 2000'li yılların başında enflasyon tehlikesi olmadığı için merkez bankaları gevşek para politikası uyguladı, piyasalara bol likidite verdi, ekonomiler hızlı büyüdü.
Artık enflasyon ihmal edilemeyecek kadar büyük bir tehlike olmaya başladı. Merkez bankaları enflasyon ile mücadele edeceklerinin sinyalini ciddi biçimde vermeye başladı. AB merkez bankası başından bu yana enflasyon ile mücadelede çok taviz vermiyor. Fed başkanı Bernanke enflasyon riskine her konuşmasında dikkat çekiyor, büyümede düşüşün durduğu, görece istikrarın sağlandığı anda faizleri artıracağı sinyallerini veriyor. Çin merkez bankası ve hükümeti enflasyon ile mücadeleyi artıracağı yönünde işaretler veriyor, adımlar atıyor.
Özetle, 2002-2006 döneminin aksine dünyanın birçok bölgesinde merkez bankalarının daha sıkı para politikası uygulayıp enflasyon ile mücadele edeceği bir döneme giriyoruz gibi görünüyor. Faizlerin yükseleceği böyle bir ortamda likiditenin azalmasını, ekonomik büyümenin yavaşlamasını beklemek gerekiyor.
2 yıllık süreç
Azalan likidite aynı zamanda son bir yılda olduğu gibi artan dalgalanma anlamına geliyor. Para politikalarını gerçek anlamda sıkılaştırmaya başlamanın en az 6-7 ay alabileceğini söyleyebiliriz. Para politikalarının etkinliğinin de 18 ay gibi bir süre alacağını varsayarsak, gelecek en az 2 yıllık dönemin geçmiş 4-5 yıldan farklı olacağını öne sürebiliriz. Yani, hızlı büyüme, bol likiditeden, yavaşlayan büyüme azalan likidite dönemine geçiş.

Dünya ekonomisinin 2000'li yılların başındaki büyümeyi şu an için kaldıramadığını, bu büyümenin hammadde fiyatlarındaki artışla enflasyonist olmaya başladığını görüyoruz. Enflasyonist büyüme genel olarak sürdürülmesi zor bir büyümedir. Başta enerji olmak üzere hammadde fiyatlarının üzerindeki spekülatif baskıyı azaltacak bir arz-talep dengesine ihtiyaç bulunuyor. Önümüzde görünen, ilk aşamada talep tarafının bastırılması. Bunun boyutunu arz tarafını güçlendirecek alternatiflerin ortaya çıkışı belirleyecektir. Türkiye ekonomisinin de bu konjonktürel değişimden etkilenmeye başladığını ve bunun devam edeceğini beklemek gerekiyor. Bizdeki etkinin daha güçlü ya da zayıf oluşu ise büyük oranda iç siyasi ve jeo-politik gelişmelerimize bağlı olacaktır.

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Erdal Şafak, 26/7/08, Sabah

"Şipşak" değil gerçekçi çözüm

Bazı "Hard liberaller" (Not: Medyada "Trend" haline gelen polemiklere durduk yerde bir yenisini eklememek için, özel olarak hiç kimseyi kastetmediğimizi önemle belirtiriz), Türkiye'nin tarihten ve coğrafyadan gelen sorunlarına şipşak çözümler veya reçeteler üretmekte pek ustalar.
Örneğin, Ermeni sorunu mu? "Soykırım iddialarını tanısak ne olur sanki?" (Oysa insanlık tarihinin en utanç verici, uluslararası hukukun da en ağır suçlamasını hiçbir devlet asla kabul edemez.)
Örneğin, Kürt sorununun çözümü için ortaya atılan federasyon iddiaları mı? "Canım üniter ve ulus devletten vazgeçsek ne kaybederiz? Zaten dünyada ulus devlet modası geçiyor." (Tam tersine, ayrılıkçı hareketleri tetikleyen bazı uluslararası oluşumlar ve örgütlere karşı ulus devlet modelini tek kalkan gören ülkelerin sayısı çığ gibi artıyor.)
Kıbrıs sorunu da bu örneklerden biri. O çevreler, Kıbrıs'ı oldum olası Türkiye'nin AB yolunda ilerlemesini güçleştiren bir pranga, milliyetçi akımlarını besleyen kaynak görüyorlar.

Ne teslimiyet, ne statüko
Biz ne onların "Ver kurtul" anlayışını paylaşıyoruz, ne de "Kıbrıs sorunu 1974'te çözüldü" diyen "Statükocular"ın yaklaşımını doğru ve gerçekçi buluyoruz.
Evet, Kıbrıs sorunu çözülmeli, adanın bölünmüşlüğüne son verilmeli, Kuzey de artık AB coğrafyasına katılmalı. Ama bu çözüm iki temel kritere dayanmalı: 1- Soydaşlarımızın kanla kazanılmış haklarını ve bu hakları korumak için Türkiye'nin üstlendiği taahhütleri gözetmeli. 2- Türkiye'nin tarihi, coğrafi, siyasal, stratejik çıkarlarını kollamalı.
Böyle bir barış planı çok mu zor? Bizce değil. Zaten KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Rum Yönetimi Başkanı Dimitris Hristofyas'ın dün 3 Eylül'de başlatmayı kararlaştırdıkları çözüm müzakereleri için mutabık kaldıkları parametreler de, saydığımız kriterleri epeyce karşılıyor. Neler onlar? Özetleyelim:
* Kıbrıs, "Tek egemenliğe, tek vatandaşlığa ve tek uluslararası kimliğe sahip" Birleşik Federal Cumhuriyet olacak. Ancak bu federasyon iki toplumun, iki bölgenin, iki kurucu devletin (Veya iki özerk eyaletin) siyasi eşitliğine dayanacak.
* Kıbrıs'ın herkesin uyacağı ortak federal anayasası olacak. Ama iki kurucu devletin, ortak yönetimin yetkileri dışında kalan alanlardaki yaşamı ve kuralları düzenleyen federe anayasaları da bulunacak.
* Federal devletin yönetim birimleri nüfus oranları dikkate alınmadan, siyasal eşitlik ilkesine göre paylaşılacak: Dönüşümlü başkanlık (İki dönem Rum, bir dönem Türk), başkan yardımcılığı (Başkanlık Rumlar'da olduğunda yardımcılığı Türkler'den seçilecek veya tersi), Başkanlık Konseyi (Başkan ve yardımcısından oluşacak, ikisinin de veto hakkı bulunacak), bakanlar kurulunda eşit dağılım gibi. Ancak iki federe devlette ayrıca belli alanlarda yetkili hükümetler de görev yapacak. Biraz Belçika, çokça Irak modeline dayalı bir yapılanma.

"Al-ver" veya "Kazan-kazan"
Böylece iki halk hem bir arada yaşayacak, hem de en az 60 yıldır iki toplumu zehirleyen karşılıklı güvensizliğin toksinleri bünyeden tümüyle atılıncaya kadar bir dizi " Güvenlik sübapları "
olacak.
Elbette epey dikenli konu da var:
* Mülkiyet: 1974'teki Barış Harekatı'ndan çok 1979'daki nüfus mübadelesi çetrefilleştirdi.
* Göçmenlerin dönüşü: Hem Rumlar'ın Kuzey'e, Türkler'in Güney'e yeniden yerleşebilmeleri, hem de Kuzey'deki Türkiyeliler'in bir bölümünün Anadolu'ya geri gönderilmesi. Peki ama AB'nin dolaşım özgürlüğü ilkesinden yararlanarak Kıbrıs'a yerleşen ve Rum yurttaşına geçen Yunanlılar ne olacak?
* Adanın askersizleştirilmesi: 950 askerli Yunan alayı ile kimilerine göre mevcudu 43 bine ulaşan Türk Barış Kuvveti'nin Kıbrıs'tan ayrılması. Peki, Rum ordusunun çok büyük olasılıkla Kıbrıs vatandaşlığına geçmiş veya geçirilmiş Yunanlı asker ve subayları kalacak mı?
Bu dikenlerin yukarda belirttiğimiz "Olmazsa olmaz" ilkeler doğrultusunda ve "Al-ver" değil, "Kazan-kazan" anlayışıyla çözülebileceğini düşünüyoruz.
Şurası kesin: 3 Eylül'de başlayacak çözüm müzakereleri, birleşik Kıbrıs için son şans, son fırsat olacak. Ya iki toplum güvenlikleri için gerekli mekanizmalarla donatılmış olarak ortak geleceklerini inşa edecekler. Ya da herkes kendi yoluna gidecek.

25 Temmuz 2008 Cuma

Ali Saydam, 25/7/08, Akşam Gazetesi

‘İnsan Kıymetleri’(!) yöneticisi ne yapmalı?



İnsan ‘para’ gibi, ‘zaman’ gibi, ‘hammadde’ gibi yönetilmesi gereken bir kaynak mıdır, yoksa ‘değerler’ gibi, ‘hedefler gibi’, ‘özel müşteri (client)’ gibi, ‘hissedarlar’ gibi, ‘itibar’ gibi yönetilmesi gereken ‘kıymet (asset)’ mi?..

Tüm diğer süreçlerin yönetimi, bu konudaki karar ve tutuma bağlıdır. Özellikle ‘iç iletişim’ süreçleri bu karardan birinci derecede etkilenir... Bir kuruluşun yönetiminin çalışanlarından başlayarak; bayileriyle, alt yüklenicileriyle, tedarikçileriyle nasıl ‘konuşması’ gerektiğini belirleyen süreçleri yönetmeye başlamadan önce şu sorunun yanıtı bulunmalı: Bizim için insan kaynak mı kıymet mi?..

Firmalar bir dizi ‘standart’ etkinlik düzenlerler. Bayi toplantıları, çalışan eğitimleri; ödüller, eğlenceler vb... Gözlerinizi kapasak ve sizi bir etkinlikten ötekisine götürsek ve “Şimdi hangi kuruluşun etkinliğindeyiz” diye sorsak; şaşırıp kalabilirsiniz... Oysa insanı ‘kaynak’ olarak gören etkinlikler başkadır, ‘kıymet’ olarak görenlerinki bambaşka... Ve şirketlerin kültürlerine göre tamamen değişir her şey...

Mükemmel bir örnek

Kaynak kıymet meselesini güzel bir örnekle ele almaya çalışalım...

Hürriyet Gazetesi İK eki 13.07.2008. Sayfa: 3 : “Petrol Ofisi insan kaynaklarını yeniden yapılandırdı. Bu süreçte amaç dinamik, işlevsel, sonuç ve müşteri odaklı, açık iletişim tarzını belirlemiş ve stratejilerini hayata geçirebilen bir organizasyonel yapıya kavuşmaktı. Çalışan ilişkilerini güçlendirmek için açık ofis çalışma düzeni, açık kapı uygulaması, tüm çalışanların davet edildiği, iletişimi kuvvetlendirmek amacıyla açık iletişim toplantıları, belli periyotlarda CEO ile organize edilen öğle yemekleri, çalışanların CEO ile görüşlerini paylaşabileceği e-mail adresi uygulamaya geçti.”

Nasıl? Mükemmel değil mi? Bence de öyle. Ancak... Alın cümleden Petrol Ofisi’ni koyun yerine Shell’i ya da BP’yi, Opet’i ne değişir. Bir şey değişmezse eğer -ki değişmez- işin içinde iş var demektir. En azından, “Hop bir dakika” deyip düşünmek gerekir...

Gazetede Petrol Ofisi İK Müdürü Nermin Mirza hanımla yapılmış geniş bir röportaj var... Mirza, ‘yeniden yapılanmayı’ anlatmış...

Soru: “Yaptığınız iç iletişim çalışmaları neler?”

Teknik puanlar

“Çalışanlarla ilişkilerimizi güçlendirmek, iç iletişimimizi geliştirmek için bir dizi uygulamamız var:

  • Açık ofis çalışma düzeni;

    v Çalışana özel, samimi bir dille hazırladığımız, aylık PONews bültenimiz, bilgi panolarımız, özel günlerin kutlanılması ve Sağlıklı Yaşam Eğitimleri kapsamında her ay yapılan sağlık konulu seminerler ve konuk sunucular.

  • İK süreçlerine ait genel katılımlı bilgilendirme toplantıları

  • Yüz yüze yapılan iletişimi kuvvetlendirmek amacıyla yaptığımız açık iletişim adı verilen toplantılar, saha ziyaretleri.

  • Belli periyotlarda CEO ile organize edilen öğle yemekleri, çalışanların CEO ile görüşlerini paylaşabileceği e-mail adresi”

    Artistik puanlar

    İş ve iletişim yönetimine ilgi duyan (kim duymuyor ki) herkese bu söyleşiyi internetten indirip tamamını okumalarını öneriyorum. En azından tartışmanın bir parçası olmak adına...

    Olmazsa olmazlardan söz etmiş Sayın Mirza. Teknik puanların alındığı alanlardan örnekler vermiş... Buna araştırma dilinde Anglosaksonlar ‘Hygenics’ diyorlar... Steril alan yani...

    Oysa ‘Kıymet anlayışında’ gerekli olan ‘artistik puanlar’dır... Teknik puanları herkes alıyor zaten. Rekabet artistikte...

    Üç alana yatırım

    Çalışan tatminini 75’ten 100’e doğru tırmandırmak istiyorsanız, ‘Kıymet yönetimi anlayışına’ geçmeli; şu üç alana yatırım yapmalı, bu alanlarda sistemi güçlendirmeli, iletişimi oraya odaklamalısınız:

    1. Çalışanlarda, ‘değişim’ konusunda katılım ve kararlılığı (commitment) artırmak;

    2. Çalışanların iş süreçlerinde ‘verimlilik’ ve ‘kârlılığı’ artırmak adına entelektüel katma değer üretmesini sağlamak;

    3. Çalışanların etkililiğini artırmak...

    Bu üç hedefe nasıl kilitlenileceği ve hangi tür ‘yeni’ iç iletişim araçlarının geliştirileceği ise bir inovasyon meselesidir...

    Bowling, tavla turnuvası, paintball savaşları, liderlik ve teamwork eğitimleri, motivasyon-sadakat-performans üçgenini güçlendirecek faaliyetlerle 75 puana ulaşmak belki mümkün olabilir, ancak rekabet avantajı sağlamak ve gelecek tasarımını anlamlı bir şekilde yönetmek zordur...

    Nermin Hanım doğru bildiğini son derece doğru yapıyor. Onun için söylediklerimizi hiç üzerine alınmamalı. Biz onun söylediklerini örnek olarak aldık sadece. Ülkemizdeki kuruluşların yüzde doksanından fazlasında ‘iç iletişim’ sanki uzmanlık alanları iletişimmiş gibi İnsan Kaynaklarına, hatta bazılarında Mali İşler ve/veya İdari İşler Müdürüne bağlanmıştır ve olaya öyle bakılır... İlişki yönetimi ile iletişim yönetimi arasında farkı bilmeden bu konuda bilimsel bir duruş ve bakış açısına sahip olmadan, iç iletişime stratejik bakış getirmenin mümkün olmadığını bilmemek ayıp değildir. Ayıp olan ‘biliyorum’ zannetmek ve öğrenmemekte ısrar etmektir...
  • 24 Temmuz 2008 Perşembe

    Knol, Google'ın Wikipedia'sı (hurriyet.com.tr)




    Google'ın sırrı belli oldu


    hurriyet.com.tr

    Google'ın sırrı belli oldu
    Google, sır gibi sakladığı yeni servisini nihayet kullanıcılara açtı. İşte o servis...

    Google geçtiğimiz yılın sonlarına doğru Wikipedia gibi online bir ansiklopedi açmayı planlıyordu. Knol adı verilen bu online ansiklopedi test aşamasındaydı ve servise sadece küçük bir test grubu tarafından erişilebiliyordu.

    Ve merakla beklenen Knol, nihayet "Beta" etiketiyle tüm internet kullanıcılarının erişimine açıldı. Google kullanıcı ismi ve şifrenizle giriş yapabileceğiniz Knol Beta, temel hatlarıyla Wikipedia'yı andırsa da, aslında çok ciddi farklar içeriyor.

    İlk fark, Knol'a sadece takma ad ya da anonim olarak kayıt girişi yapılamayacak olması. Wikipedia'da herkes istediği an kayıtlara yeni girişler ekleyebiliyor ve eklenen girişler anında sayfada yerini alıyor. Ancak Knol'da giriş yapan bir kullanıcı ya da kullanıcı grubu, yazdıklarının arkasında durmak zorunda.

    Yapılan açıklamaya göre eğer bir kullanıcı isminin görünmesini istemiyorsa, bu durumda kredi kartı numarası ya da telefon numarası gibi bir bilgi yardımıyla girişlerini onaylatabiliyor. Bu gibi bir durumda, girişin altında "Verified - Onaylandı" ibaresi beliriyor.

    Eğer bir kullanıcı Knol'daki girişler üzerinde değişiklik ya da ek yapmak isterse, girişin asıl sahibine öneride bulunuyor. Girişin sahibi de bu öneriyi değerlendirerek uygunsa değişikliği yapıyor ya da yapmıyor. Yani knol, bu noktada Wikipedia'nın sunduğu özgürlüğü sunmuyor.

    Google Knol ürün müdürü Cedric Dupont ve yazılım mühendisi Michael McNally'nin resmi bloglarında söylediklerine gore, Knol'da reklamlar da olacak. Bu da, yeni online ansiklopediyi Wikipedia'dan ayıran diğer bir fark.

    Serdar Turgut, Akşam Gazetesi, 24/7/08

    ERGENEKON ÜZERİNE

    Adı ne olursa olsun bir gizli örgütlenmenin varlığı mahkeme kararıyla ispat edilirse, bu kadar güçlü ve farklı bir şekilde örgütlenebilmiş bir varlığın, Türkiye’de yıllardır kimbilir ne tür acılara ve krizlere yol açmış olduğu da umarız ki açığa çıkacak.

    Öyle görünüyor ki; Ergenekon soruşturmasını üstlenen savcılık hayli zor bir işe girişmiş durumda. Gelen haberlerden anlaşıldığı üzere, adı ne olursa olsun bir örgütün yıllardır Türkiye’yi korkunç bir şekilde yayılmış kollarıyla derinden yönlendirdiği görülebiliyor.

    Böyle bir gizli örgütün yıllardır var olduğunun ortaya atılması, bizim kuşağın yıllardır yaşadığı kişisel dram ve acıların da açıklanmasına yardımcı olabilecek gibi görünüyor.

    Kendi kişisel tarihimde şöyle bir gezinti yapıp, anıları tekrar yaşadığımda Türkiye’yi karışıklığa iten her olaydan sonra faillerin neden yakalanamamış olduğunu da anlamaya başlıyorum.

    Ankara’da gazetecilik yaparken bir dönem neredeyse büyük cinayet haberi gelmeyen gün olmazdı. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerinden sonra hep içgüdüsel olarak ‘bunun da faili bulunamaz’ diye düşünürdük.

    Yoksa bu tavrımızda, net ifade edemediğimiz ama içimizde kuşku olarak taşıdığımız, bu tür büyük olaylarda, ‘devletin içinden yardım olmadan katiyen yapılamaz’ diye düşünmemizin etkisi var mıydı acaba?

    O tür cinayetlerin hepsinden sonra suçlunun ‘radikal dinciler’ olarak ilan edilmesi, dış düşmanların ve içteki işbirlikçilerinin gösterilmesi bir plan mıydı acaba?

    Yoksa Uğur Mumcu kendi araştırmalarında Ergenekon örgütüne mi ulaşmak üzereydi de o nedenden mi öldürüldü acaba?.. Cumhuriyet gazetesi üzerine oynanan oyunlar hâlâ daha o günlerin bir uzantısı mı ki?..

    Kanlı 1 Mayıs olayları, kanlı pazarlar acaba kimler tarafından yönlendirildi?..

    Bu saydıklarım bütün Türkiye’nin bildiği cevapsız kalmış sorular. Tabii ki bir de artık kimsenin hatırlamadığı olaylar var.

    Sağ-sol diye ayrılan yüzlerce insan öldürüldü. Bazen suçlu olarak bazıları yakalandı ama çoğunda suçlu da bulunamadı. Suçlu olarak çıkarılanların gerçekte suçlu olup olmadığı da belli değil.

    ‘Memleket iç savaş eşiğinde’ denildi, korku yaratıldı. (Hatırlıyorum, o dönemde gece eve dönerken yan mahallede makineli tüfekle ev taranırdı). Halk düzen istemeye başladı ve ihtilal için zemin yaratıldı, ordu yönetime el koydu. O kadar hazırlıklı ve iç savaş eşiğinde oldukları söylenen gençler, bir anda ortadan kayboldular. Ortalık süt liman oldu.

    En azından tuhaf bir tarih bu ve biraz da gizemli.

    Ergenekon soruşturmasıyla o tarihin gizli kalmış yönleri ortaya çıkar mı bilemiyorum ama en azından hepimiz kişisel tarihlerimizle, kafamızı sürekli meşgul eden kuşkularımızla yüzleşeceğiz. Ve belki de bazı olayları anlamlandırma yolunu açabileceğiz kendimize.

    Bir de kişisel not ekleyim. Ankara’da mahalli gazete çıkarırken doğal olarak polisin çalışmalarına şahit olurdum. Foto muhabiri arkadaşım Ümit Turpçu ile birlikte Amerikan Başkanı’nın gezisi öncesinde ‘örgüt gizleniyor’ denilen bir eve yapılan baskında evin içinden hiç ateş açılmadığı halde çıkan cesetleri de gördüm.

    Bir de polisiye olaylarda bazen elinde telsiz bulunan takım elbiseli bazı adamlar gelirdi olay yerine. Polisler onlara ‘Siz de mi geldiniz?’ diyerek saygılı yaklaşırlardı. Ben nereden geldiklerini sorduğumda sadece ‘Devletten’ demekle yetinirlerdi.

    O zaman fazla anlamlı gelmemişti bu. Bazı şeyleri şimdilerde yeni anlamaya başladım.

    ‘Beyaz eller’ operasyonu sonuna kadar gidebilecek mi bilemiyorum ama karanlık bir geçmişten çıkacağımızı da hissediyorum.

    22 Temmuz 2008 Salı

    Nur Çintay, Seri katil mi, Munchausen sendromlu mu?

    (22/7/08, Radikal)

    Fatma Akkuş’un, 13 yaşındaki kızına şeker hastası olmamasına rağmen insülin yaptığının ortaya çıkması, annenin daha önce beş-altı yaşlarında ölen altı çocuğunu da insülinle öldürmüş olabileceği şüphesini yaratmış. 13 yaşındaki kızın olup biteni anlatması üstüne, anne “Kızım hastalanırsa kocam, kızımla ve benimle ilgilenir düşüncesiyle çocuklarıma ilaç veriyordum” demiş. Savcı da, eşinin ilgisini çekebilmek için bu haltı yediğini itiraf eden kadın için ömür boyu hapis istemiyle dava açmış. Şimdi, daha önce ölen altı çocuğun üzerine de bu teknikle gidilip gidilmediği araştırılacakmış.
    Çocuklarının seri katili olabilecek bir anne fikri bile fazla korkunç, şimdilik 13 yaşındaki kızını hasta olmadığı halde ilaç vererek hasta eden, geç kalınsa belki de ölümüne sebep olabilecek bir anne var elde.
    Normal kafayla olacak iş mi? Yoksa ‘Munchausen by Proxy’nin eli mi? ‘Munchausen by Proxy’nin eli ayağı bu kadar uzun mu, yani sonuna kadar götürüyor mu tuttuğunu? Birtakım
    takıntılı illetler icat edip süründürmek kesmiyor mu?
    Altı yaşındaki oğlu Furkan’ı kireç çözücü içirerek öldürmeye çalıştığı gerekçesiyle yargılanan Eda Göcet vakasını hatırlar mısınız? O da bir yıl önce ölen kızı Hale Nur’u zehirlemekle suçlanmıştı. Benim böyle hiç unutamadığım gazete tipleri, haberleri var. Munchausen sendromunu mainstream medya gündemine sokan M.B.D. ile annesi Nurgül D. de onların önde gelenlerinden.
    Hani yedi yaşındaki M.B.D. teşhis konulamamasına rağmen toparlanamıyor, asıl tuhafı, annesi yokken iyileşip annesi devreye girdiğinde fenalaşıyordu. Annesinin her ziyaretinde solunum durma nöbetleri yaşayan küçük kızın durumundan işkillenen doktorlar, Nurgül D.’yi izlemeye başlamışlardı.
    Bir gün valide hanım nöbettekilere pasta dağıtıp kızının yanına girdiğinde, o ana kadar iyi olan kız yine kusmaya başlamış, solunumu da durmuştu.
    Daha da dikkat çekici ve garip olan, o esnada annenin zerre paniklememesi, yardım istememesi, tam tersi hastane personelini ‘Mideniz bulanmasın, siz pastanızı yiyin, en hallederim’ diye uzaklaştırmaya çalışmasıydı!
    Odaya girenler iki tane kanlı enjektör bulmuş, anne bu enjektörlerle ilgili çelişkili cevaplar vermişti. Bunun üzerine annede Munchausen sendromu olabileceği düşünülmüş, savcılığa başvurulmuş, gündemimiz de 18. yüzyılda yaşamış olan Alman Baron’la tanışmıştı.
    Munchausen sendromu, adını sahte hikâyeleriyle nam salmış Alman Baronu Karl Fredrich von Munchausen’e borçlu. Bu illetten mustarip olanlar da gerçekte var olmayan hastalıkları icat konusunda envaiçeşit yalan dolan uyduruyor. İlgi çekmek için toplam 425 kere hastaneye yatan da var, ihtiyaç duymadığı cerrahi müdahalelerin yapılması için tutturan da, kendini yaralayarak enfeksiyon kaptıran da. Bunlar iki lokma alaka için kendilerine fiziksel hasar veriyorlar, ama hep ve sırf kendilerine.
    Bu Munchausen’in bir de ‘by Proxy’ modeli var ki, o bin beteri. Aile, ilgiyi üzerine çekme saplantısını, çocuk üzerinden gerçekleştiriyor. Çocuğa dair komplike hastalıklar yaratıyor, türlü maddelerle çocuğu hasta ediyor,
    resmen istismar ediyor. Çocuğunu arıya sokturan, bilerek zehirleyen var. 200 küsur kere hastaneye yatıran!
    Olayın mimarı genellikle anne. Etrafla, hastane personeliyle işbirliği içinde oluyor. Sağlığa ilişkin ilgisi ve bilgisi olan, tıbbi gelişmelere minnettar, ‘hastane çevresini süsleyen biri’ olarak tanımlanıyor, iyi mi?!
    Turuncu renkte kusma vakası çok şahanedir mesela: Sadece iki aylık bir bebek, turuncu kusma ve turuncu çiş şikâyetiyle hastaneye yatırılıyor. Her şey normal. Taburcu edildikten 10 gün sonra şikâyetler yine başlıyor. Tetkikler gösteriyor ki gene her şey normal. Peki bebeğin tam da turuncu kustuğu bir anda ağzında ne bulunuyor dersiniz? Yaratıcı annenin belli ki sanatçı ruhuna da işaret eden turuncu renkte kuru boya!
    Munchausen by Proxy mağdurlarından altı yaşındaki kızın ise hastane, tahlil, tetkik hayatı yaşından beklenmeyecek denli yoğun. 12 kere hastaneye yatıyor, 6 kere anestezi alıyor, 7 ciddi radyolojik tecrübe, 16 ayrı konsültasyon, tam 150 kere mikrobiyolojik kültürÖ Sebep ne olabilir? En nihayetinde annenin, çocuğun çişine, kendi regl dönemindeki mahsulünü karıştırdığı saplanıyor!
    Acaba Fatma Akkuş da sıradan bir cani mi, yoksa Munchausen by Proxy’yle yanıp kavrulan bir hasta ruh mu?

    21 Temmuz 2008 Pazartesi

    Suyu tarıma mı kullanmalı, içmeye mi? New York Times Analizi

    CAIRO — Global food shortages have placed the Middle East and North Africa in a quandary, as they are forced to choose between growing more crops to feed an expanding population or preserving their already scant supply of water.

    For decades nations in this region have drained aquifers, sucked the salt from seawater and diverted the mighty Nile to make the deserts bloom. But those projects were so costly and used so much water that it remained far more practical to import food than to produce it. Today, some countries import 90 percent or more of their staples.

    Now, the worldwide food crisis is making many countries in this politically volatile region rethink that math.

    The population of the region has more than quadrupled since 1950, to 364 million, and is expected to reach nearly 600 million by 2050. By that time, the amount of fresh water available for each person, already scarce, will be cut in half, and declining resources could inflame political tensions further.

    “The countries of the region are caught between the hammer of rising food prices and the anvil of steadily declining water availability per capita,” Alan R. Richards, a professor of economics and environmental studies at the University of California, Santa Cruz, said via e-mail. “There is no simple solution.”

    Losing confidence in world markets, these nations are turning anew to expensive schemes to maintain their food supply.

    Djibouti is growing rice in solar-powered greenhouses, fed by groundwater and cooled with seawater, in a project that produces what the World Bank economist Ruslan Yemtsov calls “probably the most expensive rice on earth.”

    Several oil-rich nations, including Saudi Arabia, have started searching for farmland in fertile but politically unstable countries like Pakistan and Sudan, with the goal of growing crops to be shipped home.

    “These countries have the land and the water,” said Hassan S. Sharaf Al Hussaini, an official in Bahrain’s agriculture ministry. “We have the money.”

    In Egypt, where a shortage of subsidized bread led to rioting in April, government officials say they are looking into growing wheat on two million acres straddling the border with Sudan.

    Economists and development experts say that nutritional self-sufficiency in this part of the world presents challenges that are not easily overcome. Saudi Arabia tapped aquifers to become self-sufficient in wheat production in the 1980s. By the early 1990s, the kingdom had become a major exporter. This year, however, the Saudis said they would phase out the program because it used too much water.

    “You can bring in money and water and you can make the desert green until either the water runs out or the money,” said Elie Elhadj, a Syrian-born author who wrote his Ph.D. dissertation on the topic.

    Egypt, too, has for decades dreamed of converting huge swaths of desert into lush farmland. The most ambitious of these projects is in Toshka, a Sahara Desert oasis in a scorched lunar landscape of sand and rock outcroppings.

    When the Toshka farm was started in 1997, the Egyptian president, Hosni Mubarak, compared its ambitions to building the pyramids, involving roughly 500,000 acres of farmland and tens of thousands of residents. But no one has moved there, and only 30,000 acres or so have been planted.

    The farm’s manager, Mohamed Nagi Mohamed, says the Sahara is perfect for farming, as long as there is plenty of fertilizer and water. For one thing, the bugs cannot handle the summer heat, so pesticides are not needed.

    “You can grow anything on this land,” he said, showing off fields of alfalfa and rows of tomatoes and grapes, shielded from the sun by gauzy white netting. “It’s a very nice project, but it needs a lot of money.”

    Mr. Mubarak calls his country’s growing population an “urgent” problem that has exacerbated the food crisis. The population grows about 1.7 percent annually, considerably slower than a generation ago but still fast enough that it is on pace to double by 2050.

    Adding 1.3 million Egyptians each year to the 77 million squeezed into an inhabited area roughly the size of Taiwan is a daunting prospect for a country in which 20 percent of citizens already live in poverty.


    Makalenin Tamamı burada:
    http://www.nytimes.com/2008/07/21/business/worldbusiness/21arabfood.html?_r=1&hp&oref=slogin

    19 Temmuz 2008 Cumartesi

    Nur Çintay, 13/07/08

    BOĞAZİÇİ KÖPRÜSÜ GAY Mİ?

    Olayı biliyorsunuz, caz festivalinin yıldızlarından Rufus Wainwright, İstanbul’dan ne kadar hoşlandığını anlatırken Boğaz Köprüsü’nün de pek gay olduğunu söyledi. Tanımayanlar için: Rufus kendi gay’liğini de tatlı ve zarif biçimde taşıyan/vurgulayan biri; ayrıca da ‘gay’ pekala ‘neşeli’ olarak da okunabilecek bir kelime, dolayısıyla bu benzetmede ‘Vayy, el âlemin gavuru köprümüze i*ne mi dedi’
    celallenmesine yol açacak hiçbir durum yoktu. Ama bir kere daha fark ettik ki, algı çok manyak bir şey.
    Radikal Cumartesi için çoğunluğu mimar ve tasarımcılardan oluşan pek çok isme ‘Boğaz Köprüsü gay mi?’ diye sorduk ve hislerimizi bire bir anlatanlar kadar, ağzımızın payını verenler de olduğunu gördük. Derin Sarıyer, “cilalı burukluk”tan bahsediyordu, Bülent Erkmen hüzünlü buluyordu: “Bu makyaj, göz boyama, üstüne yapıştırılan rengârenk ışıklar köprünün ‘kendisi olmasını’ engelliyor, onunla kendisi olarak kuracağımız ilişkinin önüne geçiyor.” Hasan Çalışlar, “Gay kültürü aynı zamanda yaratıcı ve avangart özellikleri de taşır. Bu anlamda bizim köprünün aydınlatması için iltifatkâr” diyordu. Bizce de öyleydi.
    Ama bir de “Ne demek gay, o bi kere en maskülen” diye savunmaya geçenler vardı. “İyi ki böyle bir köprümüz var, o bizim köprümüz ve gay may diil tamam mı” diye haddimizi bildirenler. “Bunun çok ötesinde meselelerimiz var bizim” diye vatan kurtarmaya kalkışanlar. “Siz bu magazin sorularınızı Cem Yılmaz’a sorun” diye bozanlar. Hatta “Bu ne terbiyesizlik” diye telefonu arkadaşlarımızın yüzüne kapatanlar. Laftan da espriden de anlamayanlar.
    Turnusol kâğıdı işlevi de gördü yani bu soru. Kim homofobik, kimin milliyetçiliği coşmuş taşıyor, gösterdi kendini.
    Ben Rufus’un bu esprisini duyduğum anda bayıldım, onun o cilveli hallerinin ve ortamın da payı vardır kesin. Ama cuma günü de yazdım, köprü bana ‘gay’den ziyade ‘travesti’ görünüyor. Gay demek, sanki görsel bir estetik, tasarımda yeni ve ilginç bir numara da demek çünkü artık ve köprünün bu fazlaca boyalı, rüküş hali için biraz ‘iltifatkâr’ kalıyor. Neşeli mi, bütün o janjanlı yanardönerliğiyle ilk başta belki, ama babaannemin dediği gibi
    fazla gülme ağlama getirir!
    ‘Travesti’ benzetmesini yaparken en son aklıma gelecek şey travestileri aşağılamaktı, en gelmeyecek şey de homofobik olmakla suçlanmak. Ama transfobik ve ayrımcı olduğumu, bu ülkenin travesti vatandaşlarını rencide ettiğimi, özür dilemem gerektiğini söyleyen mail’ler geldi. Bilmiyorum, yazılırkenki ve okunurkenki duygusu mu bir olmuyor bazen yazının, öyle bir kastım tabii ki yoktu.
    Mimar Emre Özgüder’in baskıya yetişemeyen yorumuyla bitireyim ki hem ziyan olmasın,
    hem de hedef şaşırtayım:
    “Yoldan kimi çevirip sorsanız köprünün ‘aydınlatılması’ ile ilgili olarak en azından pavyon benzetmesini yapar. Wainwright romantik bir yorumda bulunmuş; belki de eski halini bilmediğindendir. Belki de nezaketinden iltifat etmek istemiştir. Ben transseksüel yorumunu yapmayı daha çok seviyorum. Gençliğini bilirim, ağırbaşlı, dahası içine kapanık bir köprüydü. İkinci köprü onu biraz üzmüştü. Üçüncü söylentileri vardı; ancak üstündeki yük azalmadı, hep arttı. OGS, KGS, AKP derken kendini bu şekilde ifade etti.”

    O biiiiir Nuuuurrrr Çintaaaayyy

    Nur Çintay, bir Radikal gazetesi yıldızıdır. Perihan Mağden'in gölgesinde kalması, ondan daha kötü olduğu anlamına gelmez. Daha az yorucu olması da cabasıdır. Eleştireldir, liberaldir, yazdıkları ağızda dağılır. Üstelik bir sürü güzel hayat yaşama sanatı ipucu verir. Tavsiye edilir. O da buralarda olacak.

    Suat Kavukluoğlu is introducing Advanced Turkish Pop lectures.

    Suat Kavukluoğlu tam bir Türk Pop Müziği takipçisi, eleştirmeni, süpermenidir. Kendisi uzun zaman Hürriyet Gazetesi'nde yazdı, şimdi de pafil.com ve Billboard'a katkıda bulunuyor. Onun müzik değerlendirmeleri hem çok gerçekçi, hem de çok eğlencelidir. Kendisi de öyledir.

    Ondan da seçkiler olacak buralarda. Ama yok ben bekleyemem derseniz www.pafil.com'u takip edin derim.

    Bugün teknoloji için ne yaptın?

    Cevap: Hiçbir şey.

    Halbuki birileri bir şey yapıyor. İçeriğinden önemli parçaları burada paylaşacağım bir siteyi sır olarak sizinle de paylaşayım: www.engadget.com

    Hem teknoloji takibi konusunda süper hızlılar, hem de çok eğlenceli yazıyorlar. Israrla takip ediniz.

    Yesemin Mori_Hayvanlar Albümü

    Bu aralar şu 'Türk' müziğinde hiç iyi bir şey olmayacak mı sorusuna cevap olarak şaklayan Yasemin Mori albümünü:
    http://www.asiturks.org/2008-en-son-full-albumler/41981-yasemin-mori-hayvanlar-2008-full-album-17-07-2008-a.html

    adresinden edinmek mümkün. Korsana hayır ama hala müziği doğru dürüst elektronik bir platforma taşıyamayan müzik yayıncıları ve prodüktörlere daha da hayır.
    CD'yi alın tabi, ama o zamana kadar tadını çıkarın.

    Albümün en patlayan şarkısı 'Aslında Bir Konu Var'ın klibi için: www.myspace.com/yas

    Not: Albümü indirmek için siteye üye olmanız gerekiyor. İstemeyeceğiniz büyüklükte bir arşiv var. Ve bir sürü saçma sapan insan. Halka karışma fırsatı da yanında işin faizi oluyor.

    Erdal Şafak, Ortadoğu'da Olan-Biten ve Türkiye

    Sisler ardından

    Ankara'da üretilen tufan senaryolarının tuzaklarından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyoruz. O senaryoların sanal dünyası yerine, başkente çöken sis perdesinin arkasında dolaşmayı tercih ediyoruz.
    Çünkü sislerin ardında çok şeyler oluyor.
    ABD'nin Irak'ı işgalinden birkaç ay sonra, 2004'ün ilk günlerinde, Ankara, Beşşar Esat'ı ağırladığında (Türkiye'yi ziyaret eden ilk Suriye Cumhurbaşkanı'ydı) bu ülkeyi "Şer Cephesi"ne sokan ABD'de kıyamet koptu. Ertesi yıl, 14 Şubat 2005'te, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin öldürülmesinden Şam'ı sorumlu tutan Batı'nın Suriye'ye karşı tecrit politikasını Türkiye'nin delmesi ise diş gıcırtılarına neden oldu.
    Batı, Türkiye'nin Suriye'ye pencereyi açık tutmasının önemini ve sonuçlarını 3 yıl sonra görebildi:
    - Lübnan'ı bir kez daha iç savaşın eşiğine getiren krizin 18 ay sonra Türkiye'nin - ve son aşamada Katar'ın- çabalarıyla aşılmasıyla.
    - Suriye-İsrail barış görüşmelerinin Türkiye'nin arabuluculuğuyla Türkiye'de başlamasıyla.
    - Ankara'nın çabaları sonucu Suriye'den Irak'a sızan El-Kaide militanlarının kökü kurutulacak kadar azalmasıyla.
    Şimdi Batı, Suriye'yi yeniden bağrına basmak için can atıyor: ABD'nin sıkı müttefiki Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Beşşar Esat'ı Paris'te kırmızı halılar sererek karşılıyor, 13 Temmuz'daki "Akdeniz İçin Birlik"in kuruluş zirvesinde İsrail Başbakanı Ehut Olmert'le el sıkışmasını sağlamak için çırpınıyor, ertesi gün ulusal bayram törenlerinde şeref konuğu yapıyor, Eylül'ün ilk yarısında Şam'ı ziyaret edecek olmaktan büyük mutluluk duyduğunu söylüyor.

    ABD-İran ve Türkiye
    Türkiye'nin Beyaz Saray'ı ele geçirmiş Neo-Con'ların (ABD Yeni Sağı) Irak'ın işgalinden sonra sıradaki hedef ilan ettikleri İran'la tam da o dönemde ilişkilerini -başta enerji ve güvenlik olmak üzere- güçlendirmeye başlaması da Batı'da ortalığı ayağa kaldırdı.
    Ve de ne yorumlar, ne suçlamalar yapıldı: "Bölgede ABD'nin şahsında Batı'ya karşı Türkiye-Suriye-İran cephesi kuruluyor" gibi. Hele İran'ın nükleer programının ortaya çıkması, bu suçlamaları neredeyse "Arkadan hançerleme" boyutlarına vardırdı.
    İran-Batı bilek güreşi Türk kamuoyunca da yakından izlendiği için, geçen 5 yılı uzun uzun hatırlatmaya gerek yok. Zaten bugünkü tablo her şeyi anlatmaya yeterli: Başkan Bush'un ulusal güvenlik danışmanı Stephan Hadley dün Ankara'daydı. Hadley'i bugün İran Dışişleri Bakanı Manuşehr Mottaki'nin çok iyi bildiği -20 yıl önce İran Büyükelçisi olarak görev yaptı- Ankara'yı ziyareti izliyor.
    Ve iki gezinin arefesinde Dışişleri Bakanı Ali Babacan, peş peşe NTV ve TRT ekranlarından adresi belli mesajlar verdi:
    Bölgede nükleer silahlara karşıyız ama her egemen ülkenin nükleer teknolojiye sahip olması hakkına da saygı duyuyoruz. Uluslararası toplum ile İran arasında diyalog kapısı açık tutulmalı. ABD ziyaretim sırasında da çözümün diyalogla bulunması gerektiğini defalarca vurguladım. Türkiye'nin de şöyle veya böyle bu fotoğrafta olması için farklı ülkelerden talepler geldi, temaslar sürüyor, sürecek."
    Bu iki ziyareti ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns ile İran'ın nükleer müzakerecisi Said Celili'nin Cumartesi günü Cenevre'de buluşmaları izleyecek. Batı basını bunu da "ABD ve İran'ın 28 yıldan bu yana ilk temasları" diye takdim ediyor. Yanılıyor. ABD ile İran, Türkiye'nin girişimiyle oluşturulan "Irak'a Komşu Ülkeler Platformu" toplantılarında birçok kez bir araya geldiler. Hatta bunların sonuncularından biri İstanbul'da gerçekleşti: 2-3 Kasım 2007'de Çırağan Sarayı'nda yapılan Genişletilmiş Irak'a komşu Ülkeler Konferansı'nda ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice aynı masayı paylaştı. O toplantıda, Cumartesi günü Cenevre'deki randevunun üçüncü tarafı olacak AB Güvenlik ve Dışişleri Yüksek Temsilcisi Javier Solana da vardı.
    Özetle, Lübnan'dan Irak, Suriye, Filistin'e, İsrail'den İran'a kadar bölgemizdeki krizlere çözümler önce Ankara'da olgunlaştırılıyor, sonra uluslararası platformlara taşınıyor.
    Ankara barış reçeteleri yazan kliniğe dönüştü. Tıpkı Cenevre, Stockholm, Viyana, Oslo gibi. Ama görmek için başkente çöken sis perdesinin arkasına geçmek gerekiyor.

    Erdal Şafak, Ortadoğu'da Petrolün Getireceği Barışın İhtimali

    Barış hatları

    Dikkatinizi çekti mi; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Altyapı Bakanı Binyamin Ben Eliezer'in imzaladıkları gerçekten tarihi anlaşmayla ilgili haberleri bir harita süsledi.
    Ceyhan'dan başlayıp İsrail üstünden Kızıl Deniz'e inen, onu boydan boya aştıktan sonra Yemen ile Cibuti arasındaki bir noktadan doğuya, Umman Denizi'ne yönelen ve oradan da Hindistan'a varan harita aslında Ortadoğu jeopolitiğinde yakında ortaya çıkacak köklü değişimlerin ipuçlarını barındırıyor.
    Anlaşmayı kısaca hatırlatmakla başlayalım: Türkiye ile İsrail arasında üç boru hattı döşenecek. Bunların biri ham petrol taşıyacak, biri doğalgaz, biri de su. Boru hatları elektrik nakline imkan verecek altyapıyla ve çok amaçlı fiber optik şebekesiyle de donatılacak.
    Petrol boru hattını anladık; Samsun-Ceyhan hattının uzantısı olacak. Samsun-Ceyhan hattını besleyecek kaynaklar da aşağıyukarı belli: Orta Asya ve Hazar petrolleri. Gazprom'un petrol şirketi de ortaklık niyetini beyan ettiğine göre, bu kaynaklara Rus petrolü de eklenecek. Başlangıçta günde 1 milyon varil petrolün taşınacağı (Bu da yılda aşağıyukarı 45-50 milyon ton demek; BaküTiflisCeyhan petrol boru hattının kapasitesine denk geliyor), daha sonra 1.5 milyon varile çıkarılacak (Bu da yılda 70 milyon tonun karşılığı oluyor; "Full" çalıştığında KerkükYumurtalık hattının kapasitesi kadar) SamsunCeyhan hattı, Akdeniz'in altından İsrail'in Akdeniz'deki limanı Aşkelon'a, oradan İsrail'in Kızıl Deniz'deki limanı Elyat'a ulaştırılacak. Ve -şimdilik-Elyat'ta tankerlere yüklenip Hindistan ve ötesine taşınacak.
    Özetle, petrolün kaynağı (Tedarikçileri), güzergahı ve pazarları daha başta kesinleşmiş durumda.

    Doğalgaz nereden gelecek?
    Doğalgaz için ise aynı şeyi söylememiz henüz pek mümkün değil. Ancak bu işlerden biraz anlayan biri olarak bazı tahminlerde bulunabiliriz. Türkiyeİsrail ve ötesi gaz boru hattı nerelerden beslenebilir? İhtimalleri, daha doğrusu imkanları gözden geçirelim:
    - "Mavi Akım" elde bir . Ancak yetmez. Çünkü o hatla gelen gaz artık Türkiye'nin ihtiyacına bile cevap vermiyor.
    - Azerbaycan'ın Şah Deniz yataklarındaki gazı Türkiye'ye ve Yunanistan'a ulaştıran boru hattı elde iki . O da yetmez; zira kış aylarında Türkiye'nin talebini karşılayabilmek için zaman zaman Yunanistan'a bile verilemiyor. (Bu hattın kaynağında uzatılarak Türkmenistan gazına da erişilebilmesi söz konusu ama o Nabucco projesi kapsamına giriyor.)
    - Döşenmesi devam eden (Halep'e kadar geldi) Mısır-Ürdün-Suriye-Türkiye boru hattı, üçüncü damar olabilir . Ne var ki, amaç Hindistan, Çin gibi enerji oburlarına gaz yetiştirmekse, o da yetersiz kalır. Zira kapasitesi topu topu 4 milyar metreküp.
    Peki, başka neler konulabilir? Rantabilite açısından birlikte değerlendirilmesi veya pakete birlikte dahil edilmesi gerekecek iki seçenek daha var:
    1-Mevcut 15 milyar metreküp kapasiteli İranTürkiye gaz hattı ile fizibilite çalışmaları başlayan Pars yataklarının 22, 23 ve 24'üncü sahalarından üretilecek gazın taşınacağı başlangıç kapasitesi 12 milyar metreküp olacak İranTürkiye ikinci boru hattı.
    2-Irak, özellikle de Kuzey Irak doğalgazının nakledileceği Irak-Türkiye gaz boru hattı.
    Böyle bir paket cicili-bicili kurdeleyle bağlanıp hayata geçirildiğinde karşımıza çıkacak tabloyu düşünebiliyor musunuz?
    İran doğalgazı İsrail üstünden pazarlanacak! İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad'ın "Haritadan silmeye" ahdettiği İsrail tarafından.
    Irak gazının -belki petrolünün de-Hindistan ve ötesine ulaştırılmasında tarihi boyunca tanımadığı, dolayısıyla diplomatik ilişkisinin bulunmadığı İsrail'in aracılığına razı olacak.
    Bu tablonun sonrasında, hatta öncesinde İran ve Irak'ın İsrail'le ilişkilerini normalleştirmeleri kaçınılamaz hale gelecek. Hatta projeye bölgenin Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi diğer ülkeleri de katılırlarsa -ki ciddi olasılık-onların da İsrail'in "De facto" (Fiili) durumunu "De jure" (Hukuki) boyuta taşımaları şart olacak.
    100 yıldır lanetiyle bölgemizi kasıp kavuran kara şeytanın (Petrol) barış meleğine dönüşmesi olasılığı ne kadar heyecan verici, değil mi?