8 Eylül 2008 Pazartesi

Nükleere Bir de Çevreci Olmayan Bir Açıdan Bakmak

Koray'ın Notu: Kalkınma ve halk sağlığı konusunda bu kadar çabaladıktan sonra, iyi niyetli bir avuç insan dışında, herkesin kendi gündemi, politikası ve karı olduğunu anladım. Eminim bütün sivil toplum sektöründe bu iş böyledir. Keza çevre politikaları konusunda da. Demiyorum ki nükleer iyidir ya da kötüdür. Sadece bu işlerde galeyana gelmeden, her cepheyi dinleyebilecek sabır gerekir. Bir de merak: ben bu adamın söylediğini beğendim ama diğer adam ne diyor acaba dedirtecek bir merak etme duygusu.

Bu nedenle Akşam Gazetesi'nin pazar ekinde çıkan bir yazıyı da buraya koymak istedim. Maksat olayın 360 derecesini de görelim.

NÜKLEER ENERJİYE KARŞI ÇIKAN ÇEVRECİLER TÜRKİYE'YE ÇELME TAKIYOR.

Satırbaşları:

-Greenpeace kurucularından Patrick Moore ve İngilizlerin eski Yeşilleri’nin önde geleni, James Lovelock da artık nükleer teknolojiyi ‘en temiz, en güvenli, küresel iklimin sağlığına en uygun enerji kaynağı’ olarak tanımlamaya başlamışlardır. Bu köklü değişimin bilimsellik, ekonomik rasyonellik ve ülkelerin geleceğe dönük var oluş kaygılarıyla ilişkili olduğu açıkça ortadadır.


-Kalkınma süreçlerini destekleyen gelişmiş ülkeler şimdilerde nükleer enerjiye geri dönüşü hızla başlatmışlardır. Özellikle kalkınma hamlesi yaşayan Çin, Güney Kore ve Hindistan nükleer reaktörleri bir yandan dış ülkelerden sağlarken öte yandan hızla kendi teknolojilerini geliştirmeye başlamışlardır. ABD, Kanada ve Fransa gibi çok gelişmiş sanayi ülkeleri de yeni, ucuz ve daha güvenli nükleer santral teknolojileri üretmeye başlamışlardır. Bu yeni teknolojili üçüncü nesil nükleer santraller, son derece güvenlidir. Petrol lobilerinin etkisi ile gelişmekte olan ve Türkiye gibi enerjide dışa bağımlı ülkelerde nükleer teknoloji tartışma konusu haline getirilmektedir. Özellikle ABD’deki Three Mile Island ve Ukrayna’daki Çernobil kazaları petrol ve doğalgaz şirketlerinin elinde iyi bir istismar malzemesi olmuştur.

  • Bulgaristan, AB’ye girerken 6 nükleer santralinden 4’ünü kapatmayı kabul etmiş iken şimdi bu konuda geri adım atma çabalarına girmiş; bir yandan da iki yeni reaktör daha inşa etme kararı almıştır.

  • Yazının Tamamı: http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=129110,10,195

    Google'dan Yeni Bir Patent

    Bakın bu ilginç. Google verilerin, sistemlerin, 'bilgi bulutlarının' içinde olduğu platformlarını okyanusa taşımayı düşünüyor. Bir gemi ile! Gemiye kurulacak sistem sayesinde, hem ülkeler arası dolaşan datanın daha kısa mesafeler katedeceği için daha hızlı aktarılacağı; hem de bu büyük sistemi soğutmak için, okyanustan faydalanılacağı söyleniyor.

    Haberin İngilizce detayları burada:
    http://www.engadget.com/2008/09/08/google-patent-application-reveals-plans-for-floating-data-center/

    6 Eylül 2008 Cumartesi

    Emre Aköz Ropörtajı, Medyatava.net, 7/9/08

    Koray'ın Notu: Emre Aköz, bence 'yeni nesil' yazarlar arasından çıkmış parlak bir kafa. Fikirlerine ifrit olmuşluğum çok sıktır (tarikatları tasvip eder mesela). Fakat kendi doğrularını, çok objektif çıkarımlara dayar ve sizi düşünmeye tahrik eder. Ropörtaj da bence iyi iş olmuş.

    EMRE AKÖZ: HINCAL ŞİRAZESİNDEN ÇIKTI... AYŞE ARMAN TEDAVİ OLMASIN AMA HINCAL OLSUN!

    07.09.2008 00:08:00

    MEDYATAVA-PAZAR SÖYLEŞİSİ: Sayım Çınar bu hafta Sabah yazarı Emre Aköz ile konuştu. Ayşe Arman ve Hıncal Uluç polemikleri hakkındaki düşüncelerinden bu başlık çıktı... Aköz, 'Değiştin diyorlar' sorusuna ise şu cevabı veriyor: Temel meselelere bakışım 15 yıldır aynı. Hemen her akşam, iş bittikten sonra, rakı, şarap, viski, Allah ne verdiyse içmeye de devam ediyorum.

    SAYIM ÇINAR

    sayimc@superonline.com

    Emre Aköz: Modernleşmeden yanayım ama Kemalizm’e karşıyım

    Emre Aköz’ü yıllardır tanıyorum. Yıllarca Sayım’ın Kitap Bavulu’ndan kitaplarını aldı. Bu söyleşinin benim için özel bir anlamı olduğunu söylemek zorundayım. Aköz, Ayşe Arman ve Hıncal Uluç’a birtakım önerilerde bulundu. Kendisiyle ilgili yazılan ağır yazılara; “Yine de, beni bizzat tanımış insanların bunu yapması önceleri garibime gitti. Ama artık önemsemiyorum” diyor...

    Son günlerde yazdığı yazılarla dikkatleri fazlasıyla üzerine çeken Emre Aköz ile dergiciliği, gazeteciliği, çok önceden işaret ettiği ama büyük tepkilerle karşılaşmasına neden olan Ergenekon Davası’nı, hükümetin icraatlarını ve ülkede gereken istikrarın sağlanıp sağlanamadığını, medyanın durumunu ve medyanın kendisini nasıl geliştirebileceğini konuştuk. Sorularımıza hem çok içten hem de detaylı yanıtlar veren Emre Aköz önümüzdeki günlerde adından daha fazla söz ettireceğe benziyor.


    -Türk medyasının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce medya üzerine düşenleri gerçekleştirebiliyor mu?

    Medya hep çalkantılı bir sektör oldu. Çünkü toplumdaki her türlü çıkar grubunun kapıştığı bir arenadır medya. “Medya” deyince TV, gazete, dergi, radyo ve internet sitelerini birlikte düşünmek gerekir. Bu yayın organlarını tek tek ele alırsanız bir sürü eksik, gedik bulabilirsiniz. Öte yandan medyada müthiş bir çokseslilik var bugün. Her türlü haber ve yorum yer alıyor. Ama dağınık şekilde… Yabancı bir gazeteci şöyle demişti: “Türk gazetelerinde her haber var. Ancak çok sayıda gazeteyi karşılaştırmalı okumaktan ve hangi haber doğru, hangisi yalan diye ayıklamaya çalışmaktan canımız çıkıyor.”

    -Medyaya yeni kan gerektiğini herkes kabul ediyor. Peki, sizce bu taze kan nasıl sağlanmalı?

    Taze kanın birkaç biçimi var. Bir: Sermaye olarak… Çalık Holding’in Sabah Grubunu alması, Ciner Grubu’nun sektöre girmesi; bunların hepsi yeni kandır. Rekabet açısından olumludur.
    İki: Yayın çizgisi olarak… “Taraf” gazetesinin çıkması, nasıl da etkili oldu, siyasi atmosferi nasıl da değiştirdi; görüyoruz işte.
    Üç: Yeni mecra olarak… Onu da internet siteleri yapıyor.
    Taze kan, “hop” diye şırınga edilemez ki. Yıllarca sürer. Son 10 yıla bakın, ne kadar değiştiğimizi, çeşitlendiğimizi rahatça görürsünüz.

    -Geçenlerde Ayşe Arman, Cengiz Semercioğlu’nun programına konuk olmuştu. Sabah Gazetesi’ndeki köşe yazarlarını okuyan Ayşe Arman, sizin köşenizi okumadığını söyleme ihtiyacı hissetti. Bunu söyleyen Ayşe Arman’ a bir cevabınız olacak mı?

    Burada “cevaplık” değil “tedavilik” bir vaka var. Siz belki bilmezsiniz: Arman’ın bana karşı olan rahatsızlığı; yeni bir durum değil. Böyle olumsuz lafları 10, hatta 15 yıldır söylüyor. Sevmiyorsa, sevmesin; ne yapayım? Canı sağ olsun! Sektörde beni sevmeyen sadece o değil zaten, çok meslektaş var. Ama bunu her fırsatta dile getirmesi, rasyonel bir yargıdan çok, bana karşı bir “takıntısı”, bir “sabit fikri” olduğunun işareti.

    Fi tarihinde kendisine bir “yanlış” yapmış olsam dahi (ki ben hatırlamıyorum), bu sıkıntının yıllardır içini kemirmesi, bir türlü unutamaması, affedememesi; meselenin benden değil, ondan kaynaklandığını gösteriyor. “Tedavi” lafını da latife olsun diye söyledim; tedavi filan olmasın, bana kızmaya devam etsin!

    -Sabah gazetesindeki değişimler sizi ne kadar etkiliyor?
    Valla ben doğru bildiğimi yazıyorum. Yani böyle düşünüyorum; böyle yazıyorum. Okurlar arasında beğenen de var, beğenmeyen de… Yönetim açısından ise temel bir sıkıntım yok. Tabii küçüklü büyüklü bazı eleştiriler yapabilirim ama o ayrı bir konu.

    -Son zamanlarda sizle ilgili yazılan ağır yazılara karşı neler söyleyebilirsiniz?

    Ciddiye alacağım eleştiri yok denecek kadar az. Özellikle son iki yıldır demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, özgürleşme, sivil siyaset ve Avrupa Birliği merkezli yazılara ağırlık verdim. Bu bakış açısının sonucu olarak; darbe heveslilerini, 367 şaklabanlığını, cumhuriyet mitinglerini, otoriter zihniyeti, Kemalistleri, Anayasa Mahkemesi’nin bazı kararlarını ve elbette Ergenekon örgütlenmesini eleştirdim. Böyle yaptığım için bana hakaretler edeceklerini, belden aşağı vuracaklarını, çamur atacaklarını biliyordum. Çünkü yukarıda saydığım değerleri savunanlara öyle yapıyorlar. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Yine de, beni bizzat tanımış insanların bunu yapması önceleri garibime gitti. Ama artık önemsemiyorum.

    -Medyada değişmesi gereken aksaklıkların neler olduğunu düşünüyorsunuz?
    Ortadoğu, Kafkaslar, İran ve elbette Rusya’yı takip edecek düzeyde Arapça, Rusça, Farsça filan bilen elemanlarımız yok denecek kadar az. Türkiye bu bölgede büyük oynayacaksa, medyası da büyük oynamalı. Hadi onları geçtik, Türkçemiz de kötü. Daha vahimi isim yapmış medyacılar, yanlışları, doğru diye dayatıyor, “büyüğümüzdür” diye kimse sesini çıkarmıyor. “Tabii” ile “tabi” farkını dahi öğretemedik arkadaşlara. Sabah, Hürriyet, Milliyet, Radikal gibi gazeteler, din konusunda fahiş hatalar yapıyor; mutlaka ilahiyat fakültesi mezunu editörler işe alınmalı.

    -Sizin değiştiğinizi söylüyorlar, siz bu değişimle ilgili neler söyleyebilirsiniz?

    Temel meselelere bakışım en az 15 yıldır değişmedi. Mesela: Eskiden de üniversitede türban serbestliğini savunuyordum, şimdi de savunuyorum. Bu arada, hemen her akşam, iş bittikten sonra, rakı, şarap, viski, Allah ne verdiyse içmeye de devam ediyorum. Bir dönem içki, restoranlar, seks filan üzerine yazıyordum. Sandılar ki bunları yazan bir kişi mutlaka Kemalist’tir. Hayır, modernleşmeden yanayım ama Kemalizm’e karşıyım. Laikliği savunuyorum ama “laikçi” değilim. Her dinden insanın özgürlüğünü savunuyorum ama dindar değilim. Zihinlerinde, beni yerleştirecekleri bir kategori olmadığı için “değişti” diyorlar. Bilgi dağarcıkları yetmiyorsa, kabahat benim mi?


    -Türkiye’nin siyasi arenası hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce ihtiyaç duyduğumuz istikrar ortamı sağlanmış durumda mı?
    Hayır, sağlanmadı, sağlanamaz da. Çünkü Türkiye’nin siyasi yapısı kriz üretiyor. Daha uzun süre bu tip siyasi krizler yaşayacağız.

    -Ergenekon davasına çok önceleri dikkat çekmiştiniz. Sizce şu anda devam eden süreç ülkeyi nereye götürür?
    Silahlı Kuvvetlerin tutumuna bağlı. Eğer “Eski mensuplarımıza arka çıkmalıyız” diyerek, Ergenekoncuları savunurlarsa, gerilim devam eder.

    -Kaleminizin çok sivri olduğunu düşünüyor musunuz? Medya polemiklere çok müsait bir ortam. Bu kadar kaygan bir zeminde yürürken düşmemek için siz ne gibi yöntemler uyguluyorsunuz?

    Ben sadece bilgileri bir araya getiriyor, ardından da yorum ve eleştiri yapıyorum. Ortaya çıkan durum birilerinin hoşuna gitmiyorsa, ben ne yapayım? Düşmemek için bir şey yaptığım yok. Düşersem, düşerim.

    -Hıncal Uluç’la olan polemikleriniz sizi yormuyor mu?
    Yok canım, niye yorsun? Eskiden yanında çalışmış olanlar, “Bize öğrettiklerinin tam tersini yapıyor” diyor. Hıncal şirazesinden çıktı. Ahlak, etik, mantık, akıl, saygı, bilgi… Bu ve benzeri değerlerin, ilkelerin içine ediyor. Başkalarını neyle suçluyorsa, hepsini kendisi yapıyor. Ayşe Arman tedavi olmasın ama Hıncal olsun.

    -Sizce gazetecilik mi yoksa dergicilik mi daha heyecanlı? Siz hangi mecrada kendinizi daha iyi ifade edebildiğinizi düşünüyorsunuz?
    Önce gazete. Çünkü yazı; kalıcı ve öğretici… Ayrıca hareketli ve çok daha fazla insana ulaşıyorsunuz. TV de iyi. Eğlenceli. Ama TV’de, bir olayın gelişimini, mantığını uzun uzun anlatmak seyirciyi sıkıyor. Kısa ve öz olmalı söyledikleriniz. Hap gibi. Tamam ama bir olayı hap haline getirmek mümkün değilse ne yapacağız?

    -Genç kuşak okurlar, siyasetçiler, muhalifler sizi yakından takip ediyorlar. Yazılarınızda ilginç sosyolojik gözlemlere yer verdiğiniz gibi çok ciddi sosyopsikolojik değerlendirmeler var. Siz muhalif bir gazetecisiniz, değil mi?

    Muhalif derken neyi anladığınıza bağlı. Mesela, AKP yüzde 47 oy aldı. Hükümet oldu.

    Ama görüyoruz ki bunun hiç bir önemi yok. Parti kapatılmanın eşiğinden döndü. Ceza aldı.

    Demek ki başka iktidarlar, başka muktedirler var bu ülkede. AKP’yi, hükümeti eleştirenler, biraz da o muktedirleri eleştirsinler de görelim. Tabii aynı kelimelerle, aynı üslupla!

    Örneğin mizah dergileri, Başbakanı çizdikleri gibi, Genelkurmay Başkanını çizebiliyorlar mı? Hayır! Ben diyorum ki: Başbakanı da çizebilsinler, yerden yere vurabilsinler; Genelkurmay Başkanını da… Ama zaten bunu yapabildikleri gün, artık Genelkurmay Başkanı haddini bilir, yani sivil otoriteye uyum sağlar hale gelmiştir. (Dolayısıyla çizilmesine gerek kalmaz.)

    -İnternette daha çok neleri takip ediyorsunuz? Ekşi Sözlük'e bakışınızda bir değişiklik oldu mu?

    Haber ve yorum sitelerini takip etmeye çalışıyorum. Zaten “bütün gün internetteyim” diyebilirim. Giderek iyi ve etkili hale geliyorlar. Bilgi dağarcıklarını biraz yetersiz bulsam da, ideolojilerine katılmasam da; çok zeki, çok esprili editörler, yazarlar, yorumcular var internette. Yayın yönetmeni olsam, işe alacağım çok kişi var internette. ‘Ekşi Sözlük’ün sorunu “süzgeçsiz” olması. Aptalı, cahili, yalancısı, provokatörü çok… Doğru ile yanlış iç içe geçmiş durumda.

    Serdar Turgut, Akşam Gazetesi, 6/9/08

    Ak hortumcular ve askerler


    Yakında Almanya’da görülmeye başlanacak “Deniz Feneri Derneği’nin hortumlanması” davası, Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davası sürecinden sonra AKP’nin geleceğini en çok alakadar edecek dava olabilir.

    Birkaç gün önce bu köşede yazdığımız bir yazıda, AKP’nin yumuşak karnının para meseleleri olduğunu, etkili çevrelerde AKP’lilerin paraya düşkünlükleri üzerine çok çeşitli laflar konuşulmakta olduğunu belirtmiştim.

    İşin ilginci, AKP’lilerin para sevdasından şikayetçi olanların, Türkiye’de iş yapmaya çalışan yerleşik sermaye çevresiyle de sınırlı kalmaması, iktidar tarafından ite kaka palazlandırılan ‘Yandaş sermaye’nin bile bu konuda sıkıntılarını dile getirmeye başlamasıdır.

    Anlayacağınız; iktidarın güçlü isimlerinin paraya doymazlığı ve gittikçe çıtayı yükseltmeleri, sermaye çevrelerini tümden tedirgin etmiş durumda.

    Son olarak iddianamesi yayınlanan Deniz Feneri davası, bu tür söylentilerin içinde sadece tek bir örnektir ama bu defa iş mahkemeye intikal etti.

    Bu gelecek için de bir işaret sayılmalı ve paranın lafını bile duyunca kendini kaybetmiş gibi davranmaya başlayan bazı insanların artık toparlanmaları için vesile olmalıdır.

    O tür insanlar aynı zamanda güç sarhoşu da olduklarından kolay kolay kendilerini toparlayamazlar ama bizce Almanya’daki dava çok dikkatle izlenmeli. Çünkü iddianamede AKP’nin çok üst düzeylerine kadar giden bir hortumlama mekanizmasından bahsediliyor. Bu ak hortumlama sürecinde paraları elden taşıdığı iddia edilen önemli insanlar var. Bu insanlardan bazıları hortumculara kuryelik yapma dışında toplumun manevi değerlerini de korumaya soyunduklarından Almanya’daki dava bir başka açıdan da ilginç hale geliyor. Umarız AKP bu konuda aklını başına alır da hem söylentilerin önünü kapar hem de bu tür davaların ileride de açılma olasılığını ortadan kaldırır.

    Biz davayı titizlikle ve yakından izleyeceğiz. Bu amaçla Nagehan Alçı’yı davayı izlemek ve şifrelerini çözmek üzere Almanya’ya gönderiyorum.

    Koray'ın Notu: Bence bu dava orta vadede çok da önem taşımıyor. Olayın, esasında, iki cephesi var. Birincisi uluslararası arenada Türkiye'nin içine düşeceği, iktidardan tabana yağmacı bir toplum imajı. Bir diğeri de Türkiye içindeki yansıması. Bu blogda da yer alan pek çok yazıda değinildiği gibi, maalesef 'namusuyla' çalışıp, 'alnının hakkıyla kazanan'insan Türkiye'de slogandan öteye geçmiyor. Zira herkes (hepimiz?) bir yerlerden yırtmanın yolunu arıyoruz. Küçük kasabalarda belediye meclisine girip ihale takibi yapmaktan; daha büyük şehirlerde vergiden kaçmanın bin tür yolunu ezbere bilmeye kadar giden geniş bir yelpazede. Hepimiz.

    O nedenle bu dava AKP'ye bir tek yolla zarar verebilir: Uluslararası kamuoyunun tepkisinin şiddeti yüksek olursa (özellikle AB, ve daha da özelde konunun tarafı olan Almanya), bu AKP'nin karizmasını 'sarsabilir'. Türkiye'de siyaset de karizma üzerinden yürüdüğünden, bu tip bir imaj zedelenmesi, seçimlerde yankı bulabilir. Unutulmazsa.

    5 Eylül 2008 Cuma

    Erdal Şafak, 5/9/08

    Şam notları

    Başbakan Erdoğan'la günübirlik ziyaret için Şam'a gidip geldik. Erdoğan'ın komşu kapısına dönen Şam'a bu kez gidişinin nedeni: "4'lü zirve"ye katılmak. Zirvenin konusu: Genelde bu coğrafyadaki gelişmeler, özelde ise Türkiye'nin arabuluculuğuyla yürütülen Suriye-İsrail dolaylı barış görüşmeleri.
    Zirve çağrısını Suriye Devlet Başkanı Esad yaptı. Arap Birliği Dönem Başkanı olarak. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy AB Dönem Başkanı, Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife Al Tani ise Körfez İşbirliği Konseyi Dönem Başkanı sıfatıyla davet edildiler. Ya Erdoğan'ın statüsü? O hiçbir örgütün dönem başkanı değil ama rolü en az zirvenin diğer üç aktörü kadar ağırlıklı: "Suriye-İsrail barış sürecini tekrar başlatabilmiş tek ülkenin Başbakan'ı."
    Şam zirvesi Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 6 ülkenin (Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Umman) dışişleri bakanlarıyla Cidde'de "Mutabakat zaptı" imzalamasının hemen ertesine, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın da Libya ziyaretinin ise arefesine denk geldi.
    Cidde'de imzalanan belge Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesini, serbest ticaret anlaşması yapılmasını öngörüyor. Ama ondan da önemlisi, siyasal ve güvenlik alanlarında işbirliği amaçlıyor. Diplomatik çevrelerin Arap basınına yansıyan ifadesiyle, bu, Körfez ülkelerinin İran kaygılarına, hatta korkularına Türkiye güvencesi anlamına geliyor.
    Rice'ın Trablusgarp ziyareti ise, ABD'nin 50 yıl sonra Libya'ya dönüşünü simgeliyor. (Libya'ya en son 1957'de Başkan Yardımcısı Richard Nixon gitmişti!)

    Tüm yollar Ankara'ya çıkıyor
    Özetle bu baş döndürücü coğrafyada dengeler yeniden kuruluyor: Ortadoğu'dan Kafkaslar'a, Avrasya'ya kadar.
    Sarkozy'nin selefi Jacques Chirac'ın Suriye politikalarını kökünden değiştirmesinin nedeni de bu. ABD'nin Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail üstünden müdahil olduğu, Rusya'nın Suriye üstünden konumunu pekiştirmeye çalıştığı Ortadoğu'da hem Fransa'ya, hem de AB'ye yer açmaya çalışıyor.
    Sarkozy gerçi AB Dönem Başkanı olarak ilk uluslararası sınavı Rusya-Gürcistan krizinde arabuluculuk görevini elineyüzüne bulaştırdı (Ateşkes anlaşmasında Gürcistan'ın toprak bütünlüğüne vurgu yapılmamasını kabul etti, Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in "AB, Rusya'ya karşı yaptırım kararı alacak" iddiası asılsız çıktı) ama Ortadoğu'ya dönüş girişimlerinin hiçbir sakıncası yok. Nasıl olsa bölge ülkeleri artık Avrupalı, Amerikalı dostlarına ya da müttefiklerine bel bağlamadan kendi başlarının çaresine bakmayı, sorunlarını kendi aralarında çözmeye çalışmayı öğrendi.
    İşte bugün 4'lü zirvede Sarkozy, "Suriye-İsrail barış sürecine ben de dahil olayım" diyecek ama iki ülke arasındaki dolaylı görüşmelerin 5'inci turu 18-19 Eylül'de İstanbul'da yapılacak. İsterse buyursun gelsin veya temsilcisini göndersin.
    "Buyursun" deyince aklımıza geldi; Sarkozy geçen yıl Yunanistan'ı ziyaret etti, şimdi Suriye'de. İsrail'e de gitti bir süre önce. Allah bilir, Gürcistan'a destek, Ermenistan'a sempati gezilerini de planlamış olabilir. Peki bu coğrafyanın büyük gücü Türkiye'ye ne zaman teşrif edecek? Ne zaman Ortadoğu'da tüm yolların Ankara'ya çıktığını anlayacak, daha doğrusu kabullenecek.
    Hem sonra Türkiye, Fransa'ya bir şans daha tanıyarak, ihalelerden dışlama politikasını yumuşattı: "Gaz de France" (Aynı alanda faaliyet gösteren iki şirket birleştiği için şimdi adı "GDF Suez" oldu), İzmit'in doğalgaz dağıtım şirketi İzgaz'ın özelleştirilmesi ihalesini kazandı.
    Bu jestin karşılığını beklemek hakkımız olsa gerek: Önce Fransa'nın dönem başkanlığı bitmeden, söz verdiği gibi, AB ile müzakerelerde 2-3 başlığı daha açmalı, daha sonra da en azından AB'nin ve Fransa'nın Ortadoğu ve Kafkas politikalarının yürütülmesinde Türkiye'nin işbirliğini aramalı.
    Hoş, aramazsa da keyfi bilir. Yukarda dediğimiz gibi, nasıl olsa bu coğrafya ayaklarının üstünde durmasını öğrendi. Türkiye'nin öncülüğüyle, telkinleriyle, bilinçlendirmesiyle.