28 Temmuz 2008 Pazartesi

Her Hafta The Economist Yazıları'ndan Seçmeler Burada.


Bir dolu sosyal arkadaşlık sitesi, gerçekten arkadaşlık mı getiriyor, nefret mi?
Social networks and video-sharing sites don’t always bring people closer together


Sarkozy Fransa'yı nereye götürüyor?
Quietly but determinedly, Nicolas Sarkozy is pressing ahead with reforms in France-all without provoking huge strikes and street protests


Dünyanın bir yerinde hala gazete okunuyor.


Kırk satır, kırk katır sorunsalı: Enflasyon mu, deflasyon mu?

The markets have become incredibly volatile as investors vacillate between these outcomes


Amerika'nın bir sonraki başkanı Avrupa'nın neyine talip?



Google ile Nokia Cep Telefonu'ndan Söz Kesti

Radikal, 28/7/08

J. Gold Associates adlı araştırma şirketi tarafından hazırlanan bir rapora göre Nokia’nın bütün modellerinde kullandığı ve yakın zamanda tamamını satın alarak açık kaynak olarak herkesin kullanımına sunduğu Symbian ve Google’ın mobil cihazlar için hazırladığı işletim sistemi Android birleşecek.
Google uzun zamandır yoğunlaştığı mobil cihazlarda oldukça temkinli ilerliyor zira bu alanda senelerdir tutunmaya çalışan Microsoft gibi hüsrana uğramak istemiyor. Bu alanda pazar lideri Nokia ile işbirliğine gitmesi ve yine açık kaynaklı bir sistemde kalacak olması Google’ın en büyük avantajlarından biri olacak.
Bu konuda Symbian da karlı çıkması bekleniyor. Çünkü Mevcut pazardaki hakim konumunu iyice güçlendirirken Nokia’nın şemsiyesi altından çıkması ve Google’ın da oyuna girmesiyle senelerdir olmaya çalıştığı açık ve ortak platform hayaline bir adım daha yaklaşmış olacak.
Google’ın Symbian’a adım atmasının Windows Mobile’ın sonunu getireceğini iddia edenler bile var. Elbette henüz bu analize ne Nokia, ne de Google cephesinden bir yorum gelmiş değil.

Bir Maestro: Murat Yetkin'in yazıları da artık burada!

Radikal, 28/7/08

Kapatma davasından ne çıkacak?


Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Ergenekon davası sorulduğunda ‘Yargı ve yargıçları rahat bırakalım’ dedi. Haklı. Herhalde aynı kanıyı bugün Anayasa Mahkemesi’nde karar oturumlarına başlayacak AK Parti Kapatma Davası için de taşıyordur.
İlk oturumda karar çıkması ihtimali kağıt üzerinde var, ancak çok zayıf. Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın iddianamesinin, kapatılma ve 71 kişi hakkında istenen siyaset yasağı talebinin, AK Parti savunması ve Raportör’ün kapatılmama kanısının bir kez de 11 üye tarafından topluca ele alınması bir çırpıda kararı oluşturmayabilir. Görüşme sırasında belki Raportörden bir konunun biraz daha açıklığa kavuşturulması istenecek, bu yeni bir oturum anlamına gelecektir.
Son dönemde görülen önemli parti kapatma davalarına baktığımızda, Refah Partisi’nin kapatılmasının 8, Fazilet Partisi kapatma davasının 11 günde çıktığını görüyoruz. Bu tabii ki, davalardan hem dönem, hem nitelik olarak farkı bulunan AK Parti davasının da benzer sürede sonuçlanacağı, ya da ilk günlerde çıkmayacağı garantisi sayılmaz. Ama fikir verir.
Peki AK Parti davası neden diğer kapatma davalarından daha önemli? Evet, aslında şiddeti, ayrımcılığı, vs teşvik etmediği sürece modern siyasi sistemlerde parti kapatılmasına el veren yasalar bulunması kendi başına bir yanlıştır. Ne var ki, yasalarımız böyle ve örneğin 9 Anayasa değişiklik paketini AB mevzuatıyla uyum için değiştirirken bir araya gelebilen AK Parti iktidarı ve ana muhalefetteki CHP, ne parti kapatmalar, ne de sistemdeki bütün kötülüklerin anası olan seçim yasası ve siyasi partiler yasasını güncellemek için işbirliği yapmadılar. Eldeki malzeme bu.
AK Parti davasının daha öncekilerden farkına gelince; 1- İlk kez bir parti hakkındaki kapatma davası, o partinin iktidarı devam ederken karar aşamasına geldi, 2- Bu kapatma davası Türkiye’nin ekonomi, güvenlik ve siyasette dünya ile bütünleşmeye en açık olduğu dönemde görülüyor.
Bu iki nedenle, davanın içerideki ve dışarıdaki yankıları, öncekilere göre çok farklı. Örneğin Refah Partisi kapatma davasında dış dünyadan saklı bir desteğin geldiğini bile söylemek mümkün. Necmettin Erbakan’ın meclis’teki bir grup konuşmasında ‘kanlı mı, kansız mı’ ikilemini ortaya atması, Anayasa Mahkemesi’nin RP’yi kapatma kararının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından dahi onaylanan tek kapatma kararı olmasına yol açmıştı. Bunun ötesinde Erbakan’ın AB ve genel olarak batıya bakışı en hafif ifadeyle dostça değildi. AB bir Hıristiyan kulübüydü, zaten dünya bir dizi Siyonist komploya maruzdu Erbakan’a göre.
Oysa bugün batı dünyası, Başbakan Tayyip Erdoğan’a baktığında Türkiye tarihindeki en kapsamlı reform hareketini gerçekleştirmiş, temel meseleler üzerine diyalog kurulabilen ve seçmenlerin neredeyse yarısının desteğini almış bir siyasi muhatap görüyor.
Siyasette modernist, ekonomide liberal sayılacak bu hareketin, dünyadaki örneklerinin tersine dinin toplum ve siyasetteki rolünün azalmasına yol açacağına, artması için nasıl çaba harcadığı, giderek daha çok batılı siyasetçinin saptadığı bir çelişki.
Ama Kapatma Davası gibi devasa gelişmeler, bu önemli ayrıntının gündeme gelmesine engel oluyor; gölgesinde bırakıyor. Bizlere ‘ekonomi batacak’, ‘AB ipleri koparacak’ gibi öcü masalları anlatan acemi korku jeneratörlerini bir kenara bırakalım; onlar da bir başka hıncın esiri olmuşlar. Ama dünyanın gözünü haklı olarak bu davaya çeviren, işte bu genel ve kabul gören modern demokrasi eğilimine aksi yönde akışıdır.
Artık söylenecekler söylendi; bugünden itibaren karar 11 üyenin vicdanlarında oluşacak.
Zor bir karar. Mahkeme tabii ki kararını açıklarken, o kararın hangi cephede zafer, hangi cephede intikam duygularına yol açacağını bir kriter olarak almayacaktır. Ama sonuç ister istemez böyle olacaktır.
Üçüncü yol ihtimali zayıf olsa da mevcut: AK Parti’nin laiklik karşıtlığından suçlu bulunup, eylemlerin yeterince güçlü olmaması gerekçesiyle Mahkeme takdirine bağlı olarak kapatılmadan (dolayısıyla kimseye siyaset yasağı gelmeden), yalnızca Hazine yardımı kesilerek cezalandırılması kağıt üzerinde mümkün.
Bu durumda AK Parti kapatılmayacak, erken genel seçim yapılmayacak, daha fazla zaman ve enerji kaybedilmeyecek ama laiklik konusunda daha duyarlı davranması yolunda çok güçlü bir uyarı verilmiş olacaktır. Mevcut koşullarda kimseyi memnun etmeyecek karar, belki de ideal çözüm olacaktır.

Ruşen Çakır Güngören'deki Terör Saldırısını Yorumluyor

Vatan Gazetesi, 28/7/08
Akla ilk PKK geliyor ama...


İstanbul’daki ABD Başkonsolosluğu’na El Kaide’nin düzenlemiş olduğu söylenen silahlı saldırının üzerinden bir ay bile geçmedi. Ancak Güngören saldırısı hiç de El Kaide işine benzemiyor. Bu “kör terör” saldırısı daha çok bir “rövanş” eylemine benziyor. Ama kim kimden, neyin rövanşını almak istiyor? Kuşkusuz ilk olarak akla PKK geliyor. Örgütün Kuzey Irak’taki varlığına yönelik aralıksız askeri operasyonlardan iyice bunaldığı kırsal kesimde etkili eylemler düzenleyemediği, bu nedenle terörü büyük şehirlere taşımak istediği biliniyordu. Zaten örgütün büyük şehirlerde masum vatandaşlara birinci derecede zarar veren sayısız bombalı eylemi var. Bunların en son örnekleri Ankara’da Anafartalar Çarşısı’nda ve son olarak Diyarbakır’da askeri servis aracına yönelik bombalı saldırılardı.

Bununla birlikte tedbirli olmakta yarar var. Öncelikle yönteme bakalım: Daha önce de peşpeşe bombalı saldırı ihtimalleri gündeme gelmişti ancak bunun etkili bir şekilde ilk kez gerçekleştiğini görüyoruz. Öte yandan eylemin planlamasının, olabildiğince çok insanın ölmesine göre yapılmış olması da düşündürücü. Son olarak, yoğun istihbarat çalışmaları nedeniyle PKK’nın İstanbul’da böylesi profesyonel bir eylemi gerçekleştirmesinin nispeten zor olduğunu kayda geçirmek lazım. Eğer bir şekilde PKK yapmışsa, sorumlularının çok ama çok kısa zamanda yakalanacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Her ne kadar hava harekatlarının hemen ardından yapılmış olsa da eylemin zamanlaması da dikkat çekici. DTP kongresini daha yeni yaptı Abdullah Öcalan İmralı’dan Ergenekon davası üzerine açıklamalar yapıp duruyor ve askeri operasyonlar da olmasa PKK’yı unuttuk gibi. Yani örgütün şu günlerde kendisini böylesi bir “kör terör” eylemiyle hatırlatmak istemesi garip.

PKK’yı hep akılda tutmakla birlikte eylemin zamanlamasının altını kalın bir şekilde çizmekte yarar var: Türkiye ne zamandır iki olaya odaklanmış durumda ve bunlarda çok önemli virajlar alındı veya alınmak üzere: Cuma günü Ergenekon davası resmen açıldı bugün de AKP’nin kader oturumları başlıyor.

Sonuç olarak bu “kör terör” eylemini PKK veya bildiğimiz ama kendisini gizlemek isteyen bir odak ya da bugüne kadar adını hiç duymadığımız bir başka oluşum düzenlemiş olabilir. Her kim olursa olsunlar, Türkiye’de zaten vahim ölçüde varolan gerilimi daha da tırmandırmak kaosu daha da derinleştirmek istedikleri kesin.

Ve bu amaçlarına maalesef ulaşmakta pek zorlanacağa benzemiyorlar.

Erdal Şafak, 28/07/08

Yakın geçmişe yolculuk

Türkiye bir süredir bazısının nereye götüreceği bilinen ve bazısının ise nereye çıkacağı kestirilemeyen, kimi mayınlı, kimi güvenli birçok yolun kesiştiği bir kavşakta bocalıyor. Ama artık seçim zamanı gelip çattı. Bugünden itibaren pek de uzun olmayan zaman diliminde bu yollardan birine yönelecek.
Bu zor günlerin arefesinde "Kavşağa nasıl geldik" sorusu aklımıza takıldı. Yanıtı aramak için tam bir yıl öncesine döndük.
Hani, demokrasinin sandık tsunamisinin dalgalarında sörf yaptığı, zafer sarhoşluğuna kapılmayan Başbakan Erdoğan'ın "Farklı tercihleri demokratik hayatımızın zenginliği olarak görüyoruz. Seçimlerden daha güçlü bir şekilde birinci çıkan parti olarak bu zenginliği korumak herkesten önce bizim görevimizdir, rahat olunuz. Milletimizin değerlerinden, Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden asla taviz vermeyeceğiz" söylevinin herkesi heyecanlandırdığı, coşan İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nın 55.625,44 puanla tavanı deldiği (Bu haftaya 37.556 puanla başlıyor. Bir yılda değerinin üçte birini yitirdi) günlere...

Ne umutlu başlangıçtı
Ve o günlerde Türkiye'deki yeni döneme ilişkin beklentiler üstüne yazılıp çizilenleri bir kez daha okuduk. Zaman zaman içimiz burkularak. İşte bir demet:
* "AK Parti'nin seçim öncesinin kavgalarına geri döneceğini sanmıyorum. Tüm önemli kararlarda daha uzlaşmacı bir tavır sergileyeceğini düşünüyorum. Yeni dönemde Türkiye'yi bekleyen en zorlu iş, iflas etmiş olan siyasal sistemi yenilemek olacak. Türkiye'de halk kazandı, şimdi sıra demokrasiyi inşa etmeye geldi. 12 Eylül rejiminin dayattığı sistemden kurtulmak zorundayız. Zaten Erdoğan'ın da başka bir seçeneği yok." (Bahçeşehir Üniversitesi'nden Prof. Dr. Cengiz Aktar'ın "La Liberation" ve "El Watan" gazetelerinde yayınlanan yorumları)
* "Erdoğan'ın yeni dönemde bilek güreşinden kaçınacağını sanıyorum. Seçim zaferinin sonuçlarını niye riske atsın ki?" (Anadolu Araştırmaları Merkezi uzmanlarından Jean Marcou'nun "La Liberation"a yaptığı değerlendirme)
* "Erdoğan önümüzdeki 5 yılda çok şey gerçekleştirmeyi planlıyor. Temel haklar ve insan haklarının ülkesinde de daha çok geçerlilik kazanmasını ve kişi başına düşen gelirin ikiye katlanmasını amaçlıyor. Ancak bu hedeflere çatışmayla ulaşmak mümkün değil. O nedenle Erdoğan'ın anahtar sözcüklerinden biri uyum. Başbakan, tüm toplumsal grupların yönetime katılmasını hedefliyor. İlk iş olarak da yeni bir reform atağı başlatmaya hazırlanıyor. Bu çalışmanın özünde, odak noktasında devletin değil, devlet tarafından güvence altına alınan temel hakların ve insan haklarının olacağı yeni anayasa bulunuyor." (Frankfurter Allgemeine Zeitung)

Nerede hata yapıldı?
* "Yeni hükümetin hukuki ve ekonomik reformları tam bir kararlılıkla ve somut sonuçlarla gerçekleştirmesi hayati önem taşıyor. Bu reformların İlerleme Raporu'nun yayınlanacağı Kasım ayına yetiştirilebileceğini umuyorum." (AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn)
* "AK Parti reform yolunda ilerlemeye devam etseydi, son zamanda yaşanan şeylerin çoğu yaşanmayabilirdi. En büyük hatası AB konusunu ikinci plana atabileceklerini düşünmeleri oldu. O nedenle yeni dönemde tekrar reformlara dönmesi hayrına olur." (Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk)
* "Türk halkı modernleşme için Erdoğan'a onay verdi. Türkiye gibi büyük ve çeşitliliğin yoğun olduğu bir ülkede reform yapmak kolay iş değil ama Erdoğan bu iş izin doğru adam." (The Guardian)
"Seçim sonuçları Ortadoğu'da Müslümanlar'ın yoğun olduğu bir ülkede demokrasi adına bir zaferdi belki ama acaba sağduyu ve ılımlılık açısından da zafer olacak mı?" (The Times)
* "Seçim zaferi Erdoğan'ın önünde geniş bir bulvar açmıyor, sadece sarp bir yolda yürümeye devam etmesi hakkını sağlıyor. Bu yolda tökezlememesi için demokrasiyi güçlendirecek reform hamlesini bir an önce başlatması gerekiyor."
Daha yüzlerce örnek sıralayabiliriz. Meğer dost gerçekten acı söylermiş. Uzlaşma, yeni anayasa, daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, insan hakları ve çoğulculuk odaklı yeni siyasal sistem, AB ile bütünleştirecek reformlar... Bir zamanlar Türkiye'nin gerçek gündemini oluşturduğunu sandığımız bu beklentilere ne oldu? Umutlarımız aslında çöldeki serap mıydı?
Keşke geçmişe yolculuk mümkün olsaydı da, "Nerede hata yapıldı?" sorusuna yanıt bulabilseydik...

Ekonomi Bilenler İçin: Dünya ekonomisinin istikrarı yavaşlamasından geçiyor

Referans, 28/7/08, Erhan Aslanoğlu

2002-2006 yılları arasında Türkiye ekonomisi düşen enflasyon, hızlanan büyüme, bol likidite ve buna bağlı olarak finans piyasalarında güçlü çıkışların ve iyimserliğin hakim olduğu bir dönem yaşadı. Fakat benzer bir eğilim dünyanın hem gelişmiş hem gelişmekte olan birçok bölgesinde de yaşandı. Global dinamikler bu pozitif fotoğrafın arkasında çok etkili oldu. Irak operasyonu ya da AB müzakereleri gibi Türkiye'ye özgü siyasi ve jeopolitik süreçler Türkiye'yi zaman zaman bu global dinamiklerden kısa süreli de olsa ayrıştırdı.
2007 yılının ortalarından bu yana global dinamiklerde önceki döneme göre önemli bir değişim başlamış görünüyor. Bu değişim Türkiye'yi de etkisi altına almaya başladı. Peki nedir bu değişim? Bir cümleyle özetlemek gerekirse, dünya ekonomisi bol likidite -hızlı büyüme düşük enflasyon döneminden, azalan likidite yavaşlayan büyüme yükselen enflasyon dönemine girmiş görünüyor.
2002-2006 yıllarına şöyle bir bakarsak, dünya ihracat hacminde yaşanan inanılmaz yükselişin yaşanan pozitif ortamın arkasındaki temel faktör olduğunu düşünüyoruz.
Çin'in etkisi
Dünyadaki yıllık ihracat hacmi 1996-2001 yılları arasında yüzde 45 civarında artarak 6 trilyon dolara ulaşırken, 2002-2008 arasında yüzde 166 artarak 16 trilyon dolara çıkıyor. Bu artışın temel nedeni 2001 yılı kasım ayında Çin'in dünya ticaret örgütüne girmesi görünüyor. Çin rekabet avantajını da kullanarak çok daha güçlü ve fazla ihracat yapmaya başlıyor. Asya bölgesindeki büyümeyi hızlandırıyor. Enerji ve hammadde talebi arttığı için bu ürünleri üreten ülkelerin ihracatı ve dolayısıyla gelirleri de artıyor. Dünyada artan ihracat gelirlerinin büyük bölümü Güneydoğu Asya, Ortadoğu, Orta Asya gibi bölgelere yayılıyor. Dünya ticareti sıfır toplamlı bir oyun. Bir tarafta ihracatı artanlar varsa bir tarafta da ithalatı artanlar oluyor. İthalatı artanlar arasında en büyük paya sahip olan ülke ise ABD. Bu ülke son dönemde yıllık 700-800 milyar dolar dış açık verdi. Bu açıklarınının büyük bölümünü de para basarak, yani dünyaya dolar arzını artırarak kapattı. Başta Çin olmak üzere bölgedeki birçok ülke ve enerji ihraç eden ülkelerin merkez bankaları ABD kaynaklı bu dolarlarla döviz rezervlerini artırdılar. Karşılığında ise yerel para arz ettiler.
Güçlü dövi rezervleri
Böylesine bir parasal genişlemenin enflasyon yaratması beklenir. Fakat bu olmadı, özellikle Çin'in ve Hindistan'ın ucuz işgücü maliyeti ne bu ülkelerde ne de diğer ülkelerde enflasyona izin vermedi. Bu nedenle de merkez bankaları döviz karşılığı verdikleri likiditeyi çok fazla çekmedi. İşte bu gevşek para politikası ve likidite bolluğu önce bu ülkelerin sonra da dünya ekonomisinin hızlı büyümesinin nedenlerinden birisi oldu. Bu sürecin bir yansıması da ABD ekonomisinde gözlendi.
Güçlü döviz rezervleri olan Çin ve diğer bazı gelişmekte olan ülkeler bu rezervlerin bir kısmını ABD tahvillerine yatırarak bu ülkenin dış açığının kapatılmasına yardımcı oldu. Sorun yaşamayan ABD ekonomisi de hızlı büyüdü, konut başta olmak üzere varlık fiyatlarının arttığı bir dönem yaşadı. Sonuç olarak, dünyanın birçok bölümü likiditenin bol olduğu, varlık fiyatlarının arttığı iyi bir süreç geçirdi.
Son bir yıldır yaşananlar bu tablonun hızla değişmeye başladığına işaret ediyor. Öncelikle, hızlı büyüme enerji ve hammadde fiyatlarında sert yükselişlere yol açmaya başladı. Bütün dünyada enflasyon oranlarında artışlar gözleniyor. ABD'de konut sektöründe başlayan daralma artarak devam ediyor. Düşen konut fiyatları servet etkisi yoluyla tüketici güvenini azaltıyor, tüketim harcamalarını düşürüyor. ABD'de başlayan yavaşlama AB ekonomisine yansımaya başladı. Son gelen veriler Çin dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde de hafif de olsa yavaşlama sinyali veriyor. Yavaşlayan ekonomilerde borsalar düşüyor, varlıklar değer kaybetmeye başlıyor.
Gevşek para politikası
Yavaşlayan büyüme ve yükselen enflasyon bütün dünyada merkez bankalarının işinin zorlaştığı bir döneme girdiğimize işaret ediyor. 2000'li yılların başında enflasyon tehlikesi olmadığı için merkez bankaları gevşek para politikası uyguladı, piyasalara bol likidite verdi, ekonomiler hızlı büyüdü.
Artık enflasyon ihmal edilemeyecek kadar büyük bir tehlike olmaya başladı. Merkez bankaları enflasyon ile mücadele edeceklerinin sinyalini ciddi biçimde vermeye başladı. AB merkez bankası başından bu yana enflasyon ile mücadelede çok taviz vermiyor. Fed başkanı Bernanke enflasyon riskine her konuşmasında dikkat çekiyor, büyümede düşüşün durduğu, görece istikrarın sağlandığı anda faizleri artıracağı sinyallerini veriyor. Çin merkez bankası ve hükümeti enflasyon ile mücadeleyi artıracağı yönünde işaretler veriyor, adımlar atıyor.
Özetle, 2002-2006 döneminin aksine dünyanın birçok bölgesinde merkez bankalarının daha sıkı para politikası uygulayıp enflasyon ile mücadele edeceği bir döneme giriyoruz gibi görünüyor. Faizlerin yükseleceği böyle bir ortamda likiditenin azalmasını, ekonomik büyümenin yavaşlamasını beklemek gerekiyor.
2 yıllık süreç
Azalan likidite aynı zamanda son bir yılda olduğu gibi artan dalgalanma anlamına geliyor. Para politikalarını gerçek anlamda sıkılaştırmaya başlamanın en az 6-7 ay alabileceğini söyleyebiliriz. Para politikalarının etkinliğinin de 18 ay gibi bir süre alacağını varsayarsak, gelecek en az 2 yıllık dönemin geçmiş 4-5 yıldan farklı olacağını öne sürebiliriz. Yani, hızlı büyüme, bol likiditeden, yavaşlayan büyüme azalan likidite dönemine geçiş.

Dünya ekonomisinin 2000'li yılların başındaki büyümeyi şu an için kaldıramadığını, bu büyümenin hammadde fiyatlarındaki artışla enflasyonist olmaya başladığını görüyoruz. Enflasyonist büyüme genel olarak sürdürülmesi zor bir büyümedir. Başta enerji olmak üzere hammadde fiyatlarının üzerindeki spekülatif baskıyı azaltacak bir arz-talep dengesine ihtiyaç bulunuyor. Önümüzde görünen, ilk aşamada talep tarafının bastırılması. Bunun boyutunu arz tarafını güçlendirecek alternatiflerin ortaya çıkışı belirleyecektir. Türkiye ekonomisinin de bu konjonktürel değişimden etkilenmeye başladığını ve bunun devam edeceğini beklemek gerekiyor. Bizdeki etkinin daha güçlü ya da zayıf oluşu ise büyük oranda iç siyasi ve jeo-politik gelişmelerimize bağlı olacaktır.