27 Aralık 2008 Cumartesi

en uzun gece.

Yılın en uzun gecesi de nihayet geçti. Gitti. Bitti. Öncesinde giderek kısalan günler, azalan azalan azalan güneşli zamanlar (ki bana hep güneş mutluluk demek gibi gelir. Ve gerçekler. Aydınlık); yerini dolduran çok uzun, Rapunzel saçlı geceler (ki kısa uykular öncesi uzun vicdan muhassebelerini doğurur. Nadiren hayalleri. Çoğunluk kusurlu rüyaları.).


21 Aralık yaklaşırken ruhuma çöken ağırlık, karanlık bu sene çok önceden ve çok daha şiddetli bastırdı. Son 3 aydır hayatımın en karanlık dönemlerinden birini yaşadım; en boşvermiş görünüp, en çok yoranını. Kendinle yüzleşmek zor bir iştir, bütün mühendisliklerden, insan kaynaklarından ve hatta pazarlama işlerinden daha zor, daha uğraştırıcı, daha tüketici. Öyle bir zamandı. Günler kısalırken, umutlarım da onlarla birlikte suyunu çekiyor, yerini hastalıklı hayallere, olmayacak rüyalara ama daha fenası kaskatı bir 'ben'e bırakıyordu. Uzun zamanda şekillenip semsert olmuş ruhumun, hayatımın, zımpara dönemi. Gibi. Sanki. Kısa ama sık dişli bir karton her yerimi dişliyor, düzeltiyor, zorluyor, acıtıyordu. Gurur duyduğum şeyleri yerle bir ediyor, gizli kalmasını istediğim kusurlarımı daha belirgin kılıyor; beni benden başka bir ben yapıyordu. Ben istemeden...


Dur durak bilmeyen bir şeydir böyle dönemler: Bir defa başlamaya görsün, ardı arkası kesilmez, ruhunun karanlık mahzenlerindeki bütün cinler, periler, ölmüş kelebekler açığa çıkar. Önce delicesine kapıları kapamaya, yerlerini bile unuttuğun anahtarları bulmaya, avlamaya, başka odalara tıkıştırmaya çalışırsın. Çaresizce. Çaresiz olduğundan habersiz. Yatağa başımı koyduğumda ortaya çıkan, kötü uykuların öncesinde beliriveren bir cadı avı gibidir. Uzun sürer, uykum kısaldıkça bu koşturma, kararsız bir şekilde oradan oraya koşturmaca devam eder.



Sen olmalıydın, dedim. Neden ben, demedim hiç. Hiç. Seni seviyorum, dedim. Neden sen de denemiyorsun, demedim. Sevgi zamanla da doğar derler ama benim doğamda değil. Her insanın başka başka sevdiğini de başka bir uzun geceler döneminde anladığımdan başımı eğiyorum. Sen yürüyüp giderken, arkanı dönmediğini bildiğim halde uzun uzun el sallıyorum. Su dökmek geliyor aklıma, annemin ardımdan yaptığı gibi; çok sevdiğimi, bağrıma basmak için sabırsızlandığımı, hastalıklı bir şekilde istediğimi, hayatın kötülüklerinden korumak için her yerine pamuktan duvarlar örmek istediğimi yeniden görmek, çabucak kavuşmak için...su dökmek. Su gibi git, gel. Ak her şeyin içinden, en büyük sorunların ve hayatın kötü canavarlarının, en dişli düşmanların ve kendini kaptırabileceğin her türlü ziyan maceradan, diye.

Yapamıyorum. Onu bile beceremiyorum. Çünkü annemin emin olduğu geri dönüşümden, ben de tersine eminim: Geri dönmeyeceksin. Eğer arkasını dönmeden giden biri olduğunu görürsen, geri dönmeyeceğini bil, diye öğretti hayat bana. Uzun zaman önceydi. Öğrendim. Öğrenmişim, haberim yokmuş.


Sen olmalıydın, dedim, arkandan sadece. Su değil de erimiş demir döktüm arkandan. Çin Seddi kadar uzun, büyük, kalın duvarlar kadar. Kalbimden akıp geçerken, yanmamış herhangi bir yerimi bırakmayan demirleri, günlerce, aylarca döktüm, döktüm. Geri gelmeyeceğine emin olayım diye değil. Salak olmayalım. Geri dönmeyeceğini bilecek kadar romantizmden uzak bir adamım ben. O demir duvarlar, seni görmeyeyim, ucunda senin olma ihtimalinin hayali olan labirentlerde kaybolmayayım, diyeydi.

Bilirim. Geri dönmeden gideceksen, arkanda kalanın bir anda karşına çıkması kadar üzen bir şey yoktur. Hayatının bir zamanını -zaten bir defa yaşayabildiği o anı- senin hayaletlerinle geçirmesi kadar kötü bir şey yoktur. O nedenle tek taraflı aşklar çokluk pişmanlıklarla biter. Yarası kapanmasa da. Bitmeyenlere gelince, bazı hayaletlerin ömrü uzun olur, ya da bazı tek taraflı aşıklarınki fazla kısa.


Nitekim gittin, demir duvarların arkasında kaldın. Ben de kendi acıma gömüldüm. Kendi sessizliğimin içinden fışkıran bin tür sese (başta senin sesin, gülerken, okşarken, kızgınken, etli dolma yerken, uyurken, dişini fırçalarken; her halde); görüntüye (sevişirken, gülerken, huzurluyken ve bazen huzursuzken); kokuya (senin kokun, senin kokun, senin kokun). Kendimi hepsinin anısına, ortasına gömdüm. Orada yatarken, o karanlığın, soğuğun ve sessizliğin içinde, her anı birer bakteri gibi her yerimi sarmış, çürütsün, üstümdeki kabuğumu alsın, kaldırsın, diye bekledim. Yaralar açtı o mikroplar; çürüdü her yerim, kötü kokular, büyük acılar sardı her yerimi. Ama ölüm böyle bir şey zaten. Ölmek değil, ölüm. Ölmek huzur dolu, kaybının, bitişinin, tükenişinin bilinçli sonu gibi. Oysa ölüm, yani öldükten sonrası, yani toprağın altındaki o zaman; başka bir şeye dönüşürken beklenen dönem. İşte orası çok kötü, çok karanlık. Melekler, şeytanlar, cinler, hesaplar, kitaplar, yüzleşmeler. Kaçamadan, dişlerini sımsıkı kilitleyerek, geçmesini beklediğim zamanlar.


Bakteriler her yerimi oydu. Göğüs uçlarım, kulaklarım, ağzım, burnum, saç diplerim, penisim, her yerimden içeri girdiler. Zedelenen, zarar gören, eskimiş, yeni bir hayatı kaldıramayacak kadar tükenmiş her yerimi uzun uzun kemirdiler. Ani ve büyük bir acıdan ziyade; katlanılabilir ama çok uzun süren bir ağrıydı bu. Bir süre sonra bilincimi kaybedebilecek kadar çaresiz bırakan, delirten, kendi içinden çıkmak için delice çabalayan ruhumu yorgun düşüren.

Orada öyle beklemekten başka çarem olmadığını çok sonraları anladım. Yavaş yavaş değişen, yenilenen vücudum; ve acıyla pişen ruhumla. Çok sonraları.

Aşkmış. Bana demedilerdi.

Bilebilseydim, kalın zırhlarımla, paralel evrenleri harekete geçiren zaman-uzay makinamla çıkardım karşına ve hatta çıkmazdım. O anı atlar, başka anlara geçerdim. Daha kalın derimle sevişirdim, kalbimi hep durduğu mutlak sıfırdaki derin dondurucudan hiç çıkarmazdım. Acı çekmeye doymuş, hayata tutunduğu ipleri gevşemiş, herkes gibi. Hepsi.



Uzun kış gecelerinde oldu bütün bunlar. Kimi zaman uykusuzluktan ağladım, kalkıp saatlerce boş duvarlara baktım. Kimi zaman gecenin ortasına denk gelen saçma sapan programlara bakarmış gibi yapıp, hiçbir şey düşünemeden, göremeden bekledim. Bazen bir kitaba gömülüp ağlaya ağlaya akıttım acımı; kimi zaman da çok duygu yüklü bir filmde kaskatı dakika saydım, ilk yarı bittiğinde çıktım.
Yediklerimi yemedim; giydiklerimi giymedim; sanki o ben değildim. Hayatın bir yerinde 'pause' düğmesine basmış, beklemedeydim. Zaman akarken, olduğun yerde kalmak gibi. Herkes akıp giderken, durmak, durmak, ardlarından el sallamak gibi.
Bir yandan herkesin acınaklı gözlerle baktığını bilip, kendini 'devam edemediğin' için suçlu/kötü/başarısız ilan ederken, diğer yandan hiçbir şey yapamamak. Kolunu kıpırdatamamak. Arada takvime bakıp, geçen günleri, doğal sayı doğrusu gibi görmek. Sıfır gününden, bir okun ucunda aniden beşinci güne geçmek, oradan farkına varmadan diğer bir okun ucunda sekiz gün sonraya gitmek. On üç gün olmuş işte. Bir an kafanı kaldırdığında, herkesin yeni olayları, yeni hayalleri ve yepyeni kıyaferlerinin haberlerini duydukça, çok geride kaldığının farkına varmak.

19 Aralık 2008 Cuma

21 Kasım 2008 Cuma

Ali Saydam, Akşam Gazetesi, 21/11/08

Kaybetmeyi Bilmek Gerek

Ülkemizdeki tüm siyasetçilere, siyasete soyunanlara ve siyasi iletişime kafa yoranlara küçük bir tavsiye: Mutlaka John McCain’i izleyin... McCain’in yenilgiyi nasıl yaşadığına bir bakın ki, siyasi iletişim “Galiptir bu yolda mağlup” düsturu nasıl hayata geçirilebilirmiş görün...

Hayır; sadece seçimin hemen ardından Obama için “Artık o benim Başkanım!” şeklindeki konuşmasından söz etmiyorum. İnternette dolaşan şu videoyu mutlaka izleyin...

Kerem Türkman kardeşimiz yollamış. ABD’nin David Letterman ile birlikte en başarılı ‘talk-show’cularından (sohbet programcılarından) Jay Leno’nun son programlarından küçük bir bölüm... (http://www.nbc.com)Leno’nun konuğu McCain... Adı anons edildikten sonra sahneye geliyor ve ilk yaptığı şey orkestradaki zenci gitaristle kucaklaşmak... Seyirciyi orada teslim alıyor. Bu jest, sonraki sözlerinin içtenlik algısı üzerinde çarpan etkisi yapıyor:

# Bebek gibi uyuyorum... İki saatte bir kalkıp ağlıyorum...

# Arizona’dan başkan çıkmıyor...

# Ertesi gün kahve almaya gittim ama gazeteleri okumadım. Ne yazdıklarını biliyordum...

Kaybetmeyi öğrenemeyen kazanmayı bilemez... Bunu bir de bizimkiler öğrense...



Şekersiz Tadelle bekliyorum...


Neyin yanlış ve kötü olduğu yolundaki haber ve yazılardan bıkkınlık geldi mi size de?..

İşte size bir hoşluk... Halkla ilişkiler adına son günlerde gördüğüm en buluşçu ve heyecan verici işlerden biri. Birkaç gün önce İletişim Danışmanlığı şirketi Grup 7’den bir paket gelmiş. Cart kırmızı... Kadife ile kaplanmış gibi... İçinde neler yok ki!.. Türkan Şoray fotoğrafı (gençlik hali), 3 adet PTT telefon jetonu, hakem / polis düdüğü, 10 adet misket (bilye), yoyo, plastik saç tarağı, beyaz kumaş mendil, Kadıköy Süreyya Sineması kartpostalı, eski dönemlere ait bir kartpostal, Moğollar’ın “Düm-Tek” adlı kaseti, Arko kremli berber traş sabunu (stik), Perma-Sharp traş bıçağı, 100 Türk Lirası (Tedavülden kalkmış eski kâğıt para), 50 Türk Lirası (Tedavülden kalkmış eski kâğıt para), 1 eski metal Lira, yine eski paralardan 100 Lira, 2 adet 1000 Lira, 25 Kuruş, 5 Liralık 3 adet posta pulu...

Kutunun içinde bir de mektup var. Genellikle PR ajansından gelen bu tür metinler pek okunmaz. Ancak bu okuttu kendini. Bir de o kutunun içindekiler biniyor üstüne. Okumama gibi bir şansınız yok... Mektup “çocukluğumuzun kutusunu” anlatıyor, o yılların küçük anı eşyaları ve olaylarından söz ediyor ve sonunda soruyor: “Çocukluğunuzun kutusunda eksik olan şey neydi?”...

Bu mektup ve o anı eşyalarıyla baş başa kalıyorsunuz. 10 gün sonra bir kırmızı kutu ve bir mektup daha geliyor. Kutu Tadelle dolu... Mektup yine okutuyor kendisini...

Ve Tadelle’nin onca yıl öncesinden gelip hayatımızdaki yerini yeni ambalajıyla nasıl yeniden alacağını anlatıyor...

Tadelle’yi ve Grup 7’yi kutluyorum... Kutu ve içindekiler ofiste başköşeye yerleştiler... Tadelle’ler ise arkadaşlar tarafından kapışıldı... Ben ise şekersiz imal edilmiş Tadelle’yi bir süre daha bekleyeceğim herhalde...

17 Kasım 2008 Pazartesi

Cem Mumcu'dan SEVMEK, YALNIZ KALMAK ve GİTMEK Güzellemesi, Tempo Dergisi

KARMAKARIŞIK SARMAŞIK

"Sana yazsam okuyabilecek misin? Zihnin, binlercesiyle doluyken, benim sesimi içine alabilecek bir sessizlikte, bir an olsun durabilecek mi? İçimi görebilecek misin? Sana eksik olduğunu sürekli hatırlatan ama eksiğinin aslında ne olduğunu unutturan bu sahte cümbüşün ortasında, sahici bir ses ayırt edebilecek misin? Bazen o kadar derinden gelirken sesin, niye sonra yüzeye çıkıyorsun? Uzak kalıyorsun, küçük, cılız kalıyorsun. Belki korkuyorsun. Benden mi? Ya da diğerlerinden mi? Burada benimle olanın 'adı' yok biliyorsun. Üstüne düşecek çiy tanesinin soğukluğundan sorumluyum, bakışının kırılmasından, dudaklarına değen parmak uçlarından sorumluyum. Sense hâlâ tarifler yapıyorsun. Yapmasan keşke. Yapmasan... Bense gülüyorum, acıyla gülümsüyorum. Fark eder mi ki kim kime aşık? Kim kime dolaşık? Bu karmakarışık sarmaşık... Kökü bende, dalları sende, suyu bende, yaprakları sende... İstersen kesersin bıçak gibi bir sözünle...


YALANA KANACAKSIN ...
Ama sen yine yalanlara kanacaksın. Bunu sırf korkundan yapacaksın. Sana korkmayı, sana savunmayı, sana kaçmayı, sana saklanmayı, sana hesabı, sana tedbiri salık verecekler çünkü biteviye. Bütün bunlar için daha fazla kendinden uzaklaşman, daha fazla yalnızlaşman gerekecek. O zaman daha da fazla bana ihtiyaç duyacaksın ama benim ben olduğuma hiç ikna olmayacaksın. Hep tamlığı arayacaksın yine. İnanmadan, emin olmadan arayıp duracaksın. Onu senin, bizzat 'kendi'nin, hemen şimdi yapmaktan başka şansın yokken, arayıp bulacağını umut edeceksin. Kaybetmekten korktukça, kaybetmekten korktuğun şeyler edineceksin. Hep daha çok kaybedecek şeyin olacak sahip oldukça. Daha da güçsüzleşeceksin... ... Sen bendeki eksiğine, ben sendeki noksanıma bu kadar muhtaçken ve bu bizi aç, bu bizi arzulu, bu bizi coşkulu kılarken; sen sonsuz bir tokluğa mahkum ederken bizi, yeniden aç olmayı özleyeceğiz. Ve sen başka bir eksiğin, ben başka bir noksanın peşine düşeceğiz belki de.."

14 Kasım 2008 Cuma

Arat Dink'in Varlığımdan Utandıran Yazısı: Yokluğum Türk Varlığına Armağan Olsun, 13 Kasım 2008, Taraf

ARAT DİNK / Egemenlerin “İnkâr Hanı”nda konaklamaları geçicidir hep; o, hanın jeopolitik önemindendir, konjonktür baskısındandır, meşruiyet derdindendir. Zincirinden boşaldı mı “İkrar Evi”ne dönmek ister, evi gibi yoktur onun. Gönlünde yatan aslan kükrer: Yaptımsa yaptım; yine yaparım!

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül soruyor: “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?”


Soru basit, hadi cevap ver.

Tek başına bir anlamı yok tabii. Hatta tek başına okunsa “Allah söyletmiş” ya da “gönülden söylenmiş sözler” de denebilir. Nitekim dünyanın birçok yerinde “Türkiye etnik temizliği kabul etti”, “Türkiye’de resmî görüş değişiyor” gibi olumlu yorumlarla karşılayanlar da olmuş.

Oysa işin aslı öyle değil. Zira Bakan “bugünkü devlet”i olumlayarak soruyor sorusunu. “Şunlar devam etseydi bugünkü devlet olur muydu” derken de eğer bugünkü devleti olumluyorsan, o devam etmeyen şeylerin devam etmemesinden de memnunsun demektir. Açık açık da söylemiş zaten –ben niye bu kadar uğraşıyorsam?..

Birçok yabancı, “bir savunma bakanı niye bunlarla ilgileniyor” diye de sorabilir tabii. Türkiye’yi biraz bileni de “savunma”nın bu ülkede başka bir egemenin tekelinde olduğunu bildiğinden, savunma bakanının asıl işini yapamadığı için mecburen başka şeylerle (demografik yapı, ekonomi vs.) ilgilendiğini düşünebilirdi. Ama Türkiye’yi biraz daha tanısa, azınlıkların bu ülkede tam da bu alanda değerlendirildiğini bilecek, hatta eğitim kitaplarında azınlıklardan sadece Lise Milli Güvenlik Ders Kitabı’nda bahsedildiğini bilecek ve Bakan’ın bu ilgisine hiç şaşırmayacaktı. Kısacası, savunma bakanı işini yapıyor.

Ciddiyete davet edildiğimi duyar gibi oluyorum. O yüzden bundan sonrası çok ciddi olacak. Soru neydi?..

“Rumlar, Ermeniler (YAŞAMAYA) devam etseydi, bugün Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?”

“Hayır olmazdı.” Basit soruya basit cevap.

Sen kalk, yokluğuma övgü düz, sonra da o yokluğum üzerine bir ülkenin kurulduğunu ifade et, o ülkenin bugünkü halini makbul gör, ondan sonra da ‘olsalardı ne olurdu halimiz’ diye iç geçir. Kendi ayağına kurşun sıkmanın tarifi gibi bir şey. ‘Sana ne’ diyeceksiniz. Sıkmışsa sıkmış. O ayakla sizin birlikteliğinizi çoktan koparmadılar mı zaten? Gerçekten de işin bu bölümünden artık bana ne...

Tabii işin en acı tarafı, Bakan’ın söylediklerinin büyük bölümünün maalesef doğru olması. Peki, doğruysa doğru, sorun ne? Bakan doğruyu söylüyor ama doğruyu yanlış söylüyor. Yüreğimizin tavan aralarına, bodrum katlarına koyup, gittiğimiz her yere beraberimizde götürdüğümüz, kırılgan acılarla dolu sandıklarımızı oradan oraya savuruyor. Zar zor, ite kaka vardığımız “O dönem herkes çok acılar çekti” kavşağından, direksiyonu birden bire “iyi oldu” sokağına kırıyor. Olanları doğru söylüyor ama olanların doğru olduğunu da söylüyor.

Şu soruya hakkıyla cevap verelim şimdi...

“Hayır, aynı olmazdı. Süper olurdu.”

Sen ne diyorsun?

Bütün ülke üç noktaya birikmez, kırk küsur merkez olurdu. Yirmi, otuz yıllık fidan hayatlarımız değil, kadim bir orman gibi kültürümüz olurdu. Anasının doğduğu yerde doğabilirdi herkes, işte o zaman ülke, “memleket” olurdu.

Ben neler söylüyorum?

Hiçbir şey değişmese bile en azından o insanlar bugün yanımızda, bizimle yaşıyor olurdu. Hiçbir şey değişmese bile en azından sen bu ülkede savunma bakanı olmazdın. Olsan da böyle düşünmezdin. Düşünsen de böyle konuşacak cesaret bulamazdın. Konuşsan da ertesi gün hâlâ bakan olmazdın.

Bir daha bakalım, savunma bakanı neyi savunuyor?..

Olmamamızın iyi olduğunu savunuyor. Tehcir ve mübadelenin Türkiye için çok hayırlı olduğunu savunuyor. Bunca yıl söyleyip duracaksın ‘öyle bir niyet yoktu, bunlar savaş tedbiri’ falan filan diye; ondan sonra da, bu “gönülsüz tedbirler”den nasıl fayda sağladığını, onların üzerine nasıl inşa olduğunu falan, rahat rahat anlatacaksın.

Bu gönülsüz tedbirlerin anlamının “milyonlarca can” olduğunu ayrı bir cümlede söyleyeyim dedim, yoksa ağır olacak...

Çok sık unutulan ilginç bir şey söyleyeceğim: Biz hâlâ varız. İşte şu kadarız bu kadarız. Azız mazız, azınlığız, ama varız. Bizim de (yani şu an olanlarımızın da) olmamamızı mı istiyor Bakan?

“Yok” diyecek elbet. “Estağfurullah. Olur mu hiç öyle şey; sizin başımızın üstünde yeriniz var.” Madem bizim olmamızın bir mahzuru yok o ölenler, o gidenler de olsaydı... Ama o bunun cevabını vermiş. Onlar işte verimli topraktaydı, adadaydı modadaydı, paralar onlardaydı... “O verimli topraklar, o paralar babanın malıydı da hileyle hurdayla mı aldılar, yalanla dolanla mı aldılar? Onlar, o verimli topraklara gökten zembille mi indiler” diye sorarlar adama.

Bu resmî tez benim kafamı iyice karıştırdı. O insanlar tedbiren mi sürüldüler, yoksa verimli topraklardalar diye mi sürüldüler? Unutmuşum, zaten Ermeniler Ermeni oldukları için sürülmemişlerdi... Sadede geliyoruz galiba. Tabii o zaman “soykırım”dan yırtmak için verimli topraklardaki müslim-gayrimüslim herkes sürüldü” gibi bir şey söylemek gerekecek –o tarih de yakında yazılır herhalde.

Sermayenin “milli”leştirilmesiyle (hele böyle millileştirme) liberal ekonominin aynı cümlede nasıl kullanıldığını da bir uzman bize anlatır artık. Sen “milli”yi böyle tarif et, “millet”i, “Türk”ü böyle tarif et ondan sonra da çıkıp “tek millet” diye slogan attığında karşı çıkanlara kapıyı göster. “Ben Türk değilim” diyene de kız.

Çok ciddi bir önerim var. Hani göz bebeklerimizi, civcivlerimizi her pazartesi sabahı, torna-tesviye sıralarına oturtmadan önce, beton bahçelerde topluyoruz ya, hani onlara şuur aşılayıp, tekleştirip, kutsal amaçlara kanalize edip, dar borulardan geçiriyoruz ya. Hani hep bir ağızdan ant içtiriyoruz ya: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye... Azınlık okullarında şöyle dedirtelim çocuklara mesele kapansın: “Yokluğum Türk varlığına armağan olsun.”

İnkârdan ikrara doğru yol alınacağını elbette öngörebilirdik de, o ikrarın böyle gönülden bir ikrar, yaşananı olumlayan bir ikrar olacağını da doğrusu tahmin edemezdik.

“Gönülsüz tedbirler”den, “gönüllü yokluğumuz”a, resmî ağzın önlenemez evrimine tanık oluyoruz. İç ses artık işkembede durmuyor, duramıyor. Ne de olsa egemenler inkârı sevmez. “Madem egemenim, niye inkâr edeyim?” Egemenlerin “İnkâr Hanı”nda konaklamaları geçicidir hep; o, hanın jeopolitik önemindendir, konjonktür baskısındandır, meşruiyet derdindendir. Zincirinden boşaldı mı “İkrar Evi”ne dönmek ister, evi gibi yoktur onun. Gönlünde yatan aslan kükrer: Yaptımsa yaptım; yine yaparım!

Sür kardeşim o zaman. Gönlümüz zaten sürüldü çoktan. İliklerimize işlemiş kör olası ilkeler sayesinde zaten zar zor durduğumuz memleketimizden, atalarımızın, daha da önemlisi torunlarımızın yüzüne bakacak onurlu bir duruş uğruna ağız dolusu lafı yiyip yuttuğumuz, her gün yaşamaya çalışarak yaşadığımız DÜNYAMIZDAN, sür bizi de gayrı. Sür gitsin, sür bitsin. Bu lafı yutmayacağım ben.

Ama niye süreceksin? Bizim etimiz ne budumuz ne? Dişinin kovuğuna gitmez. Zaten biz sürüyüz. Egemenliğe ortak olmayı istemek yerine, egemenin akıllısını ister ya sürüler, bizimki de o misal; oturmuş egemenin akılsızlığından bahsedip, egemen uyarıyoruz. Bu kadarı da fazla, bu iş böyle göstere göstere de yapılmaz ki. Vicdan evinden hiç mi geçmedi yolun?



Koray'ın Notu: Yok Koray'ın notu. Şu yazının bir adım ötesine yürüyecek bir sözü yok. Utancından boğuldu bitti. Kendisini temsil edenlerin laflarından, onların ağızlarını kapatamamaktan, başka gezegenlere gönderememekten duyduğu utançtan...öldü bitti.
Kafatası avcılığının daha moderncesini bile değil, aynısını yapmaktan ne zaman/nasıl vazgeçeceğiz? Yerinden, yurdundan, dostundan ve hatta düşmanından sürülmüş bu insanları, nasıl koruyup kollayacağız ki? Acıtmadan, üzmeden. Hem zaten çok üzüldüler. Çok üzdük. Biz üzdük. Onları...


13 Kasım 2008 Perşembe

Erdal Şafak, 13/11/08, Sabah Gazetesi

Bu kadarı ayıp oluyor!

Türkiye'yi en az 30 yıldır tanır. Hem de çok iyi tanır. Başbakanlardan bakanlara, patronlardan üst düzey bürokratlara ve yöneticilere kadar.
Türkiye'ye en az 30 yıldır gelirgider. 1977'den beri İsviçre'nin dağ kasabasında Türkiye konulu zirveler, Türkiye temalı özel geceler düzenler, Türkiye'de de forum, zirve gibi etkinlikler hazırlar. "Bölgeleri birleştirmek, yeni fırsatlar yaratmak" (2006'da), "İstanbul zirvesi" (2007'de), "Avrupa*Orta Asya Toplantısı" (2008'de) gibi.
Memleketimize her fırsatta hayranlığını dile getirir: "Türkiye bölgesinde lider ülke", "Türkiye bana heyecan veriyor", "Türkiye çok etkin bir ülke" gibi.

Bilgileri ile verileri çelişiyor
Bu ülkede patronlar kulübünü bir kadının yönettiğini, en büyük holdinglerden birinin başında bir kadının bulunduğunu, en büyük yabancı sermayeli bankanın genel müdürlük koltuğunda bir kadının oturduğunu bilir.
Bu ülkede temel eğitim öğretmenlerinin yarıdan fazlasının, lise öğretmenlerinin yarısının kadın olduğunu da bilir.
Bu ülkede doktor ve eczacıların çoğunluğunu kadınların oluşturduğunu, iletişim (medya, halkla ilişkiler) ve hizmet sektörlerinde, başta tekstil olmak üzere birçok işkolunda kadınların ağırlıklı yeri bulunduğunu bal gibi bilir.
Burada okullaşma oranının yüzde 97'yi geçtiğini, dolayısıyla kız çocuklarının eğitime erişimlerinde birçok ülkeyi kıskandıracak bir performansa ulaşıldığını da bilir.
Burada kadınların erkeklerden çok yaşadığını, bebek ölümlerinde aşağı-yukarı Batı standardının yakalandığını, çalışan kadınlara doğum izni (Babalara da tanındığına göre "Ebeveyn izni" dememiz daha doğru olacak) süresinin AB düzeyine çok yaklaştığını da bilir.
Prof. Klaus Schwab'dan söz ediyoruz. "Davos zirvesi" diye bilinen Dünya Ekonomik Forumu'nun kurucusundan. Dünya siyaset ve "Business" liderlerini her yılın ilk ayında İsviçre'nin dağ kasabasındaki küresel gövde gösterisinde buluşturan, artık gelenekselleşmiş bu yıllık randevu çerçevesinde Türkiye'den de onlarca politikacı, işadamı ve medya mensubunu -yüklü aidatlar ve faturalar ödetere- kağırlayan Klaus Schwab'dan.
İşte Türkiye'yi ve Türkler'i iyi tanıyan o Prof. Schwab'ın kurup yönettiği Dünya Ekonomik Forumu dün kadın-erkek eşitliği raporunu açıkladı. 130 ülkenin yer aldığı klasmanda Türkiye kaçıncı sırada gösterildi dersiniz? 123! Evet, 130 ülke arasında sondan 8'inci!
Rapora göre, dünyada kadın-erkek eşitliğinde, daha doğrusu eşitsizliğinde Türkiye'den daha kötü durumda olan sadece 7 ülke var. Sayalım: Mısır, Fas, Benin, Pakistan, Suudi Arabistan, Çad ve Yemen!

Sözün bittiği yer
Pes. Gerçekten pes. Moğolistan, Kırgızistan, Özbekistan, Botsvana, Gambiya, Mali, Moritanya, İran, Cezayir, Etiyopya gibi ülkelerde kadın-erkek eşitliği Türkiye'ye göre daha, hatta çok daha iyi!
Değerlendirmenin 4 kritere göre yapıldığı belirtiliyor: 1- Kadınların işgücüne katılımı ve fırsat eşitliği, 2- Eğitim düzeyi, 3-Siyasal etkinlik, 4- Sağlık ve ortalama yaşam süresi.
Türkiye'ye 123'üncü sıranın layık görülmesinin gerekçelerine bakıyorsunuz; örneğin işgücüne katılımın önemli verileri arasında gösterilen temel eğitimde ve lise öğreniminde kadın öğretmen oranı haneleri boş bırakılmış. Veri yokluğundan. Zahmet edip Milli Eğitim Bakanlığı'nın internet sitesine bile girmemişler. Üstelik kullanılan diğer verilerin çoğu da en az iki yıllık.
Kabul; Türkiye kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk devletlerden biri olmasına rağmen siyasette kadınlara hak ettikleri yeri bir türlü sağlayamadı.
Kabul; İşgücüne kadın katılımı oranı son yıllarda geriliyor, işsizliğin ilk kurbanı genellikle kadınlar oluyor.
Ama bunlar Türkiye'yi "Dünyanın en geri ülkelerinden biri" olarak göstermek için yeterli mi? Gerçekten öyleyse, henüz yol yakınken AB üyeliği talebimizi geri çekelim. Derhal. Çünkü, bu verilere göre, Avrupa Birliği'ne katılma hayallerinden vazgeçip, dünyanın en yoksul, dolayısıyla en geri -ve de en geri kafalı- ülkeleri grubuna adımızı yazdırmamız gerekiyor.
Araştırmayı yapanlar, AB'nin 2008 Türkiye İlerleme Raporu'na bile göz atmamışlar: "Kadın haklarında belli bir gelişme sağlandı. 30 bin kamu görevlisi bu konuda eğitimden geçirildi."
Bizden bu kadar. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın, Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı'nın ve HSBC Genel Müdürü Piraye Antika'nın da herhalde ilk karşılaştıklarında Prof. Klaus Schwab'a bir çift sözleri olur...

10 Ekim 2008 Cuma

Deneme...deneme...1...2

Geri dönüşümüzü The Economist'in bu haftaki sayısından bir kaç haberle kutlayalım. Benim yorumlarım da bonus olsun:

1)The Arctic contest heats up
What is Russia up to in the seas above Europe?


Son global ekonomik kriz İzlanda'yı fena çarptı. Tam bir nakit sıkışıklığı içinde ve iflasın eşiğinde bekliyor. Spekülatif hareketlerle ekonomisini güçlendirmiş bir ülke için, aslında çok sürpriz bir gelişme değil. Fakat İzlanda bankalarının verdiği, piyasanın bir iki puan üstündeki faizler, bir çok Avrupalı kuruluşun paralarını buralara akıtmasına neden oldu. (Örn: İngiltere'deki belediyeler).
Şimdi tüm Avrupa nakit krizine girdiği için, el atabilecek kimse yok. Uzanan tek el ise petrol geliriyle gününü gün eden Rusya'dan geldi.

Peki İzlanda durup dururken kaynım beni niye öptü diye düşünmez mi? Bunu bilmiyoruz ama The Economist düşünmüş ve analizin sonunda, Rusya'nın Arktik Denizi'ndeki hakimiyet emellerinin bunda payı olduğu sonucuna varmış: Yani henüz bakir denebilecek petrol yatakları, balık ve mineral deposuna.

Rusya'nın bu taktiği geçenlerde ufak bir 'kıta sahanlığı' krizi yaşadığı Norveç'in tepkisine neden oldu. Normal zamanlarda Avrupa Birliği'ni ayağa kaldıracak olsa da, paranın az olduğu zamanlarda Rusya'nın hükümranlığını izlemekteyiz.


8 Eylül 2008 Pazartesi

Nükleere Bir de Çevreci Olmayan Bir Açıdan Bakmak

Koray'ın Notu: Kalkınma ve halk sağlığı konusunda bu kadar çabaladıktan sonra, iyi niyetli bir avuç insan dışında, herkesin kendi gündemi, politikası ve karı olduğunu anladım. Eminim bütün sivil toplum sektöründe bu iş böyledir. Keza çevre politikaları konusunda da. Demiyorum ki nükleer iyidir ya da kötüdür. Sadece bu işlerde galeyana gelmeden, her cepheyi dinleyebilecek sabır gerekir. Bir de merak: ben bu adamın söylediğini beğendim ama diğer adam ne diyor acaba dedirtecek bir merak etme duygusu.

Bu nedenle Akşam Gazetesi'nin pazar ekinde çıkan bir yazıyı da buraya koymak istedim. Maksat olayın 360 derecesini de görelim.

NÜKLEER ENERJİYE KARŞI ÇIKAN ÇEVRECİLER TÜRKİYE'YE ÇELME TAKIYOR.

Satırbaşları:

-Greenpeace kurucularından Patrick Moore ve İngilizlerin eski Yeşilleri’nin önde geleni, James Lovelock da artık nükleer teknolojiyi ‘en temiz, en güvenli, küresel iklimin sağlığına en uygun enerji kaynağı’ olarak tanımlamaya başlamışlardır. Bu köklü değişimin bilimsellik, ekonomik rasyonellik ve ülkelerin geleceğe dönük var oluş kaygılarıyla ilişkili olduğu açıkça ortadadır.


-Kalkınma süreçlerini destekleyen gelişmiş ülkeler şimdilerde nükleer enerjiye geri dönüşü hızla başlatmışlardır. Özellikle kalkınma hamlesi yaşayan Çin, Güney Kore ve Hindistan nükleer reaktörleri bir yandan dış ülkelerden sağlarken öte yandan hızla kendi teknolojilerini geliştirmeye başlamışlardır. ABD, Kanada ve Fransa gibi çok gelişmiş sanayi ülkeleri de yeni, ucuz ve daha güvenli nükleer santral teknolojileri üretmeye başlamışlardır. Bu yeni teknolojili üçüncü nesil nükleer santraller, son derece güvenlidir. Petrol lobilerinin etkisi ile gelişmekte olan ve Türkiye gibi enerjide dışa bağımlı ülkelerde nükleer teknoloji tartışma konusu haline getirilmektedir. Özellikle ABD’deki Three Mile Island ve Ukrayna’daki Çernobil kazaları petrol ve doğalgaz şirketlerinin elinde iyi bir istismar malzemesi olmuştur.

  • Bulgaristan, AB’ye girerken 6 nükleer santralinden 4’ünü kapatmayı kabul etmiş iken şimdi bu konuda geri adım atma çabalarına girmiş; bir yandan da iki yeni reaktör daha inşa etme kararı almıştır.

  • Yazının Tamamı: http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=129110,10,195

    Google'dan Yeni Bir Patent

    Bakın bu ilginç. Google verilerin, sistemlerin, 'bilgi bulutlarının' içinde olduğu platformlarını okyanusa taşımayı düşünüyor. Bir gemi ile! Gemiye kurulacak sistem sayesinde, hem ülkeler arası dolaşan datanın daha kısa mesafeler katedeceği için daha hızlı aktarılacağı; hem de bu büyük sistemi soğutmak için, okyanustan faydalanılacağı söyleniyor.

    Haberin İngilizce detayları burada:
    http://www.engadget.com/2008/09/08/google-patent-application-reveals-plans-for-floating-data-center/

    6 Eylül 2008 Cumartesi

    Emre Aköz Ropörtajı, Medyatava.net, 7/9/08

    Koray'ın Notu: Emre Aköz, bence 'yeni nesil' yazarlar arasından çıkmış parlak bir kafa. Fikirlerine ifrit olmuşluğum çok sıktır (tarikatları tasvip eder mesela). Fakat kendi doğrularını, çok objektif çıkarımlara dayar ve sizi düşünmeye tahrik eder. Ropörtaj da bence iyi iş olmuş.

    EMRE AKÖZ: HINCAL ŞİRAZESİNDEN ÇIKTI... AYŞE ARMAN TEDAVİ OLMASIN AMA HINCAL OLSUN!

    07.09.2008 00:08:00

    MEDYATAVA-PAZAR SÖYLEŞİSİ: Sayım Çınar bu hafta Sabah yazarı Emre Aköz ile konuştu. Ayşe Arman ve Hıncal Uluç polemikleri hakkındaki düşüncelerinden bu başlık çıktı... Aköz, 'Değiştin diyorlar' sorusuna ise şu cevabı veriyor: Temel meselelere bakışım 15 yıldır aynı. Hemen her akşam, iş bittikten sonra, rakı, şarap, viski, Allah ne verdiyse içmeye de devam ediyorum.

    SAYIM ÇINAR

    sayimc@superonline.com

    Emre Aköz: Modernleşmeden yanayım ama Kemalizm’e karşıyım

    Emre Aköz’ü yıllardır tanıyorum. Yıllarca Sayım’ın Kitap Bavulu’ndan kitaplarını aldı. Bu söyleşinin benim için özel bir anlamı olduğunu söylemek zorundayım. Aköz, Ayşe Arman ve Hıncal Uluç’a birtakım önerilerde bulundu. Kendisiyle ilgili yazılan ağır yazılara; “Yine de, beni bizzat tanımış insanların bunu yapması önceleri garibime gitti. Ama artık önemsemiyorum” diyor...

    Son günlerde yazdığı yazılarla dikkatleri fazlasıyla üzerine çeken Emre Aköz ile dergiciliği, gazeteciliği, çok önceden işaret ettiği ama büyük tepkilerle karşılaşmasına neden olan Ergenekon Davası’nı, hükümetin icraatlarını ve ülkede gereken istikrarın sağlanıp sağlanamadığını, medyanın durumunu ve medyanın kendisini nasıl geliştirebileceğini konuştuk. Sorularımıza hem çok içten hem de detaylı yanıtlar veren Emre Aköz önümüzdeki günlerde adından daha fazla söz ettireceğe benziyor.


    -Türk medyasının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce medya üzerine düşenleri gerçekleştirebiliyor mu?

    Medya hep çalkantılı bir sektör oldu. Çünkü toplumdaki her türlü çıkar grubunun kapıştığı bir arenadır medya. “Medya” deyince TV, gazete, dergi, radyo ve internet sitelerini birlikte düşünmek gerekir. Bu yayın organlarını tek tek ele alırsanız bir sürü eksik, gedik bulabilirsiniz. Öte yandan medyada müthiş bir çokseslilik var bugün. Her türlü haber ve yorum yer alıyor. Ama dağınık şekilde… Yabancı bir gazeteci şöyle demişti: “Türk gazetelerinde her haber var. Ancak çok sayıda gazeteyi karşılaştırmalı okumaktan ve hangi haber doğru, hangisi yalan diye ayıklamaya çalışmaktan canımız çıkıyor.”

    -Medyaya yeni kan gerektiğini herkes kabul ediyor. Peki, sizce bu taze kan nasıl sağlanmalı?

    Taze kanın birkaç biçimi var. Bir: Sermaye olarak… Çalık Holding’in Sabah Grubunu alması, Ciner Grubu’nun sektöre girmesi; bunların hepsi yeni kandır. Rekabet açısından olumludur.
    İki: Yayın çizgisi olarak… “Taraf” gazetesinin çıkması, nasıl da etkili oldu, siyasi atmosferi nasıl da değiştirdi; görüyoruz işte.
    Üç: Yeni mecra olarak… Onu da internet siteleri yapıyor.
    Taze kan, “hop” diye şırınga edilemez ki. Yıllarca sürer. Son 10 yıla bakın, ne kadar değiştiğimizi, çeşitlendiğimizi rahatça görürsünüz.

    -Geçenlerde Ayşe Arman, Cengiz Semercioğlu’nun programına konuk olmuştu. Sabah Gazetesi’ndeki köşe yazarlarını okuyan Ayşe Arman, sizin köşenizi okumadığını söyleme ihtiyacı hissetti. Bunu söyleyen Ayşe Arman’ a bir cevabınız olacak mı?

    Burada “cevaplık” değil “tedavilik” bir vaka var. Siz belki bilmezsiniz: Arman’ın bana karşı olan rahatsızlığı; yeni bir durum değil. Böyle olumsuz lafları 10, hatta 15 yıldır söylüyor. Sevmiyorsa, sevmesin; ne yapayım? Canı sağ olsun! Sektörde beni sevmeyen sadece o değil zaten, çok meslektaş var. Ama bunu her fırsatta dile getirmesi, rasyonel bir yargıdan çok, bana karşı bir “takıntısı”, bir “sabit fikri” olduğunun işareti.

    Fi tarihinde kendisine bir “yanlış” yapmış olsam dahi (ki ben hatırlamıyorum), bu sıkıntının yıllardır içini kemirmesi, bir türlü unutamaması, affedememesi; meselenin benden değil, ondan kaynaklandığını gösteriyor. “Tedavi” lafını da latife olsun diye söyledim; tedavi filan olmasın, bana kızmaya devam etsin!

    -Sabah gazetesindeki değişimler sizi ne kadar etkiliyor?
    Valla ben doğru bildiğimi yazıyorum. Yani böyle düşünüyorum; böyle yazıyorum. Okurlar arasında beğenen de var, beğenmeyen de… Yönetim açısından ise temel bir sıkıntım yok. Tabii küçüklü büyüklü bazı eleştiriler yapabilirim ama o ayrı bir konu.

    -Son zamanlarda sizle ilgili yazılan ağır yazılara karşı neler söyleyebilirsiniz?

    Ciddiye alacağım eleştiri yok denecek kadar az. Özellikle son iki yıldır demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, özgürleşme, sivil siyaset ve Avrupa Birliği merkezli yazılara ağırlık verdim. Bu bakış açısının sonucu olarak; darbe heveslilerini, 367 şaklabanlığını, cumhuriyet mitinglerini, otoriter zihniyeti, Kemalistleri, Anayasa Mahkemesi’nin bazı kararlarını ve elbette Ergenekon örgütlenmesini eleştirdim. Böyle yaptığım için bana hakaretler edeceklerini, belden aşağı vuracaklarını, çamur atacaklarını biliyordum. Çünkü yukarıda saydığım değerleri savunanlara öyle yapıyorlar. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Yine de, beni bizzat tanımış insanların bunu yapması önceleri garibime gitti. Ama artık önemsemiyorum.

    -Medyada değişmesi gereken aksaklıkların neler olduğunu düşünüyorsunuz?
    Ortadoğu, Kafkaslar, İran ve elbette Rusya’yı takip edecek düzeyde Arapça, Rusça, Farsça filan bilen elemanlarımız yok denecek kadar az. Türkiye bu bölgede büyük oynayacaksa, medyası da büyük oynamalı. Hadi onları geçtik, Türkçemiz de kötü. Daha vahimi isim yapmış medyacılar, yanlışları, doğru diye dayatıyor, “büyüğümüzdür” diye kimse sesini çıkarmıyor. “Tabii” ile “tabi” farkını dahi öğretemedik arkadaşlara. Sabah, Hürriyet, Milliyet, Radikal gibi gazeteler, din konusunda fahiş hatalar yapıyor; mutlaka ilahiyat fakültesi mezunu editörler işe alınmalı.

    -Sizin değiştiğinizi söylüyorlar, siz bu değişimle ilgili neler söyleyebilirsiniz?

    Temel meselelere bakışım en az 15 yıldır değişmedi. Mesela: Eskiden de üniversitede türban serbestliğini savunuyordum, şimdi de savunuyorum. Bu arada, hemen her akşam, iş bittikten sonra, rakı, şarap, viski, Allah ne verdiyse içmeye de devam ediyorum. Bir dönem içki, restoranlar, seks filan üzerine yazıyordum. Sandılar ki bunları yazan bir kişi mutlaka Kemalist’tir. Hayır, modernleşmeden yanayım ama Kemalizm’e karşıyım. Laikliği savunuyorum ama “laikçi” değilim. Her dinden insanın özgürlüğünü savunuyorum ama dindar değilim. Zihinlerinde, beni yerleştirecekleri bir kategori olmadığı için “değişti” diyorlar. Bilgi dağarcıkları yetmiyorsa, kabahat benim mi?


    -Türkiye’nin siyasi arenası hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce ihtiyaç duyduğumuz istikrar ortamı sağlanmış durumda mı?
    Hayır, sağlanmadı, sağlanamaz da. Çünkü Türkiye’nin siyasi yapısı kriz üretiyor. Daha uzun süre bu tip siyasi krizler yaşayacağız.

    -Ergenekon davasına çok önceleri dikkat çekmiştiniz. Sizce şu anda devam eden süreç ülkeyi nereye götürür?
    Silahlı Kuvvetlerin tutumuna bağlı. Eğer “Eski mensuplarımıza arka çıkmalıyız” diyerek, Ergenekoncuları savunurlarsa, gerilim devam eder.

    -Kaleminizin çok sivri olduğunu düşünüyor musunuz? Medya polemiklere çok müsait bir ortam. Bu kadar kaygan bir zeminde yürürken düşmemek için siz ne gibi yöntemler uyguluyorsunuz?

    Ben sadece bilgileri bir araya getiriyor, ardından da yorum ve eleştiri yapıyorum. Ortaya çıkan durum birilerinin hoşuna gitmiyorsa, ben ne yapayım? Düşmemek için bir şey yaptığım yok. Düşersem, düşerim.

    -Hıncal Uluç’la olan polemikleriniz sizi yormuyor mu?
    Yok canım, niye yorsun? Eskiden yanında çalışmış olanlar, “Bize öğrettiklerinin tam tersini yapıyor” diyor. Hıncal şirazesinden çıktı. Ahlak, etik, mantık, akıl, saygı, bilgi… Bu ve benzeri değerlerin, ilkelerin içine ediyor. Başkalarını neyle suçluyorsa, hepsini kendisi yapıyor. Ayşe Arman tedavi olmasın ama Hıncal olsun.

    -Sizce gazetecilik mi yoksa dergicilik mi daha heyecanlı? Siz hangi mecrada kendinizi daha iyi ifade edebildiğinizi düşünüyorsunuz?
    Önce gazete. Çünkü yazı; kalıcı ve öğretici… Ayrıca hareketli ve çok daha fazla insana ulaşıyorsunuz. TV de iyi. Eğlenceli. Ama TV’de, bir olayın gelişimini, mantığını uzun uzun anlatmak seyirciyi sıkıyor. Kısa ve öz olmalı söyledikleriniz. Hap gibi. Tamam ama bir olayı hap haline getirmek mümkün değilse ne yapacağız?

    -Genç kuşak okurlar, siyasetçiler, muhalifler sizi yakından takip ediyorlar. Yazılarınızda ilginç sosyolojik gözlemlere yer verdiğiniz gibi çok ciddi sosyopsikolojik değerlendirmeler var. Siz muhalif bir gazetecisiniz, değil mi?

    Muhalif derken neyi anladığınıza bağlı. Mesela, AKP yüzde 47 oy aldı. Hükümet oldu.

    Ama görüyoruz ki bunun hiç bir önemi yok. Parti kapatılmanın eşiğinden döndü. Ceza aldı.

    Demek ki başka iktidarlar, başka muktedirler var bu ülkede. AKP’yi, hükümeti eleştirenler, biraz da o muktedirleri eleştirsinler de görelim. Tabii aynı kelimelerle, aynı üslupla!

    Örneğin mizah dergileri, Başbakanı çizdikleri gibi, Genelkurmay Başkanını çizebiliyorlar mı? Hayır! Ben diyorum ki: Başbakanı da çizebilsinler, yerden yere vurabilsinler; Genelkurmay Başkanını da… Ama zaten bunu yapabildikleri gün, artık Genelkurmay Başkanı haddini bilir, yani sivil otoriteye uyum sağlar hale gelmiştir. (Dolayısıyla çizilmesine gerek kalmaz.)

    -İnternette daha çok neleri takip ediyorsunuz? Ekşi Sözlük'e bakışınızda bir değişiklik oldu mu?

    Haber ve yorum sitelerini takip etmeye çalışıyorum. Zaten “bütün gün internetteyim” diyebilirim. Giderek iyi ve etkili hale geliyorlar. Bilgi dağarcıklarını biraz yetersiz bulsam da, ideolojilerine katılmasam da; çok zeki, çok esprili editörler, yazarlar, yorumcular var internette. Yayın yönetmeni olsam, işe alacağım çok kişi var internette. ‘Ekşi Sözlük’ün sorunu “süzgeçsiz” olması. Aptalı, cahili, yalancısı, provokatörü çok… Doğru ile yanlış iç içe geçmiş durumda.

    Serdar Turgut, Akşam Gazetesi, 6/9/08

    Ak hortumcular ve askerler


    Yakında Almanya’da görülmeye başlanacak “Deniz Feneri Derneği’nin hortumlanması” davası, Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davası sürecinden sonra AKP’nin geleceğini en çok alakadar edecek dava olabilir.

    Birkaç gün önce bu köşede yazdığımız bir yazıda, AKP’nin yumuşak karnının para meseleleri olduğunu, etkili çevrelerde AKP’lilerin paraya düşkünlükleri üzerine çok çeşitli laflar konuşulmakta olduğunu belirtmiştim.

    İşin ilginci, AKP’lilerin para sevdasından şikayetçi olanların, Türkiye’de iş yapmaya çalışan yerleşik sermaye çevresiyle de sınırlı kalmaması, iktidar tarafından ite kaka palazlandırılan ‘Yandaş sermaye’nin bile bu konuda sıkıntılarını dile getirmeye başlamasıdır.

    Anlayacağınız; iktidarın güçlü isimlerinin paraya doymazlığı ve gittikçe çıtayı yükseltmeleri, sermaye çevrelerini tümden tedirgin etmiş durumda.

    Son olarak iddianamesi yayınlanan Deniz Feneri davası, bu tür söylentilerin içinde sadece tek bir örnektir ama bu defa iş mahkemeye intikal etti.

    Bu gelecek için de bir işaret sayılmalı ve paranın lafını bile duyunca kendini kaybetmiş gibi davranmaya başlayan bazı insanların artık toparlanmaları için vesile olmalıdır.

    O tür insanlar aynı zamanda güç sarhoşu da olduklarından kolay kolay kendilerini toparlayamazlar ama bizce Almanya’daki dava çok dikkatle izlenmeli. Çünkü iddianamede AKP’nin çok üst düzeylerine kadar giden bir hortumlama mekanizmasından bahsediliyor. Bu ak hortumlama sürecinde paraları elden taşıdığı iddia edilen önemli insanlar var. Bu insanlardan bazıları hortumculara kuryelik yapma dışında toplumun manevi değerlerini de korumaya soyunduklarından Almanya’daki dava bir başka açıdan da ilginç hale geliyor. Umarız AKP bu konuda aklını başına alır da hem söylentilerin önünü kapar hem de bu tür davaların ileride de açılma olasılığını ortadan kaldırır.

    Biz davayı titizlikle ve yakından izleyeceğiz. Bu amaçla Nagehan Alçı’yı davayı izlemek ve şifrelerini çözmek üzere Almanya’ya gönderiyorum.

    Koray'ın Notu: Bence bu dava orta vadede çok da önem taşımıyor. Olayın, esasında, iki cephesi var. Birincisi uluslararası arenada Türkiye'nin içine düşeceği, iktidardan tabana yağmacı bir toplum imajı. Bir diğeri de Türkiye içindeki yansıması. Bu blogda da yer alan pek çok yazıda değinildiği gibi, maalesef 'namusuyla' çalışıp, 'alnının hakkıyla kazanan'insan Türkiye'de slogandan öteye geçmiyor. Zira herkes (hepimiz?) bir yerlerden yırtmanın yolunu arıyoruz. Küçük kasabalarda belediye meclisine girip ihale takibi yapmaktan; daha büyük şehirlerde vergiden kaçmanın bin tür yolunu ezbere bilmeye kadar giden geniş bir yelpazede. Hepimiz.

    O nedenle bu dava AKP'ye bir tek yolla zarar verebilir: Uluslararası kamuoyunun tepkisinin şiddeti yüksek olursa (özellikle AB, ve daha da özelde konunun tarafı olan Almanya), bu AKP'nin karizmasını 'sarsabilir'. Türkiye'de siyaset de karizma üzerinden yürüdüğünden, bu tip bir imaj zedelenmesi, seçimlerde yankı bulabilir. Unutulmazsa.

    5 Eylül 2008 Cuma

    Erdal Şafak, 5/9/08

    Şam notları

    Başbakan Erdoğan'la günübirlik ziyaret için Şam'a gidip geldik. Erdoğan'ın komşu kapısına dönen Şam'a bu kez gidişinin nedeni: "4'lü zirve"ye katılmak. Zirvenin konusu: Genelde bu coğrafyadaki gelişmeler, özelde ise Türkiye'nin arabuluculuğuyla yürütülen Suriye-İsrail dolaylı barış görüşmeleri.
    Zirve çağrısını Suriye Devlet Başkanı Esad yaptı. Arap Birliği Dönem Başkanı olarak. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy AB Dönem Başkanı, Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife Al Tani ise Körfez İşbirliği Konseyi Dönem Başkanı sıfatıyla davet edildiler. Ya Erdoğan'ın statüsü? O hiçbir örgütün dönem başkanı değil ama rolü en az zirvenin diğer üç aktörü kadar ağırlıklı: "Suriye-İsrail barış sürecini tekrar başlatabilmiş tek ülkenin Başbakan'ı."
    Şam zirvesi Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 6 ülkenin (Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Umman) dışişleri bakanlarıyla Cidde'de "Mutabakat zaptı" imzalamasının hemen ertesine, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın da Libya ziyaretinin ise arefesine denk geldi.
    Cidde'de imzalanan belge Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesini, serbest ticaret anlaşması yapılmasını öngörüyor. Ama ondan da önemlisi, siyasal ve güvenlik alanlarında işbirliği amaçlıyor. Diplomatik çevrelerin Arap basınına yansıyan ifadesiyle, bu, Körfez ülkelerinin İran kaygılarına, hatta korkularına Türkiye güvencesi anlamına geliyor.
    Rice'ın Trablusgarp ziyareti ise, ABD'nin 50 yıl sonra Libya'ya dönüşünü simgeliyor. (Libya'ya en son 1957'de Başkan Yardımcısı Richard Nixon gitmişti!)

    Tüm yollar Ankara'ya çıkıyor
    Özetle bu baş döndürücü coğrafyada dengeler yeniden kuruluyor: Ortadoğu'dan Kafkaslar'a, Avrasya'ya kadar.
    Sarkozy'nin selefi Jacques Chirac'ın Suriye politikalarını kökünden değiştirmesinin nedeni de bu. ABD'nin Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail üstünden müdahil olduğu, Rusya'nın Suriye üstünden konumunu pekiştirmeye çalıştığı Ortadoğu'da hem Fransa'ya, hem de AB'ye yer açmaya çalışıyor.
    Sarkozy gerçi AB Dönem Başkanı olarak ilk uluslararası sınavı Rusya-Gürcistan krizinde arabuluculuk görevini elineyüzüne bulaştırdı (Ateşkes anlaşmasında Gürcistan'ın toprak bütünlüğüne vurgu yapılmamasını kabul etti, Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner'in "AB, Rusya'ya karşı yaptırım kararı alacak" iddiası asılsız çıktı) ama Ortadoğu'ya dönüş girişimlerinin hiçbir sakıncası yok. Nasıl olsa bölge ülkeleri artık Avrupalı, Amerikalı dostlarına ya da müttefiklerine bel bağlamadan kendi başlarının çaresine bakmayı, sorunlarını kendi aralarında çözmeye çalışmayı öğrendi.
    İşte bugün 4'lü zirvede Sarkozy, "Suriye-İsrail barış sürecine ben de dahil olayım" diyecek ama iki ülke arasındaki dolaylı görüşmelerin 5'inci turu 18-19 Eylül'de İstanbul'da yapılacak. İsterse buyursun gelsin veya temsilcisini göndersin.
    "Buyursun" deyince aklımıza geldi; Sarkozy geçen yıl Yunanistan'ı ziyaret etti, şimdi Suriye'de. İsrail'e de gitti bir süre önce. Allah bilir, Gürcistan'a destek, Ermenistan'a sempati gezilerini de planlamış olabilir. Peki bu coğrafyanın büyük gücü Türkiye'ye ne zaman teşrif edecek? Ne zaman Ortadoğu'da tüm yolların Ankara'ya çıktığını anlayacak, daha doğrusu kabullenecek.
    Hem sonra Türkiye, Fransa'ya bir şans daha tanıyarak, ihalelerden dışlama politikasını yumuşattı: "Gaz de France" (Aynı alanda faaliyet gösteren iki şirket birleştiği için şimdi adı "GDF Suez" oldu), İzmit'in doğalgaz dağıtım şirketi İzgaz'ın özelleştirilmesi ihalesini kazandı.
    Bu jestin karşılığını beklemek hakkımız olsa gerek: Önce Fransa'nın dönem başkanlığı bitmeden, söz verdiği gibi, AB ile müzakerelerde 2-3 başlığı daha açmalı, daha sonra da en azından AB'nin ve Fransa'nın Ortadoğu ve Kafkas politikalarının yürütülmesinde Türkiye'nin işbirliğini aramalı.
    Hoş, aramazsa da keyfi bilir. Yukarda dediğimiz gibi, nasıl olsa bu coğrafya ayaklarının üstünde durmasını öğrendi. Türkiye'nin öncülüğüyle, telkinleriyle, bilinçlendirmesiyle.

    31 Ağustos 2008 Pazar

    Erdal Şafak, Sabah, 31/08/08

    PKK ve ETA
    Bask ayrılıkçı terör örgütü ETA'nın siyasal kanadı Batasuna partisinin bir zamanlar liderliğini yürüten Arnaldo Otegi dün sabah sessiz sedasız tahliye edildi.
    Otegi'nin siyasal kariyeri Türkiye'de de bazı kesimlerin ders çıkarmaları gereken bir hazin sonla noktalandı.
    Batasuna'nın liderliğine geldikten sonra şiddeti, silahlı mücadeleyi reddetti, Bask sorununun ancak diyalogla ve uzlaşmayla çözülebileceğini savunmaya başladı. Ancak ETA bu çizgiden memnun değildi. Çifte baskı politikasını devreye soktu: Bir yandan bombalar patlatarak Batasuna'yı zor duruma soktu, bir yandan da Otegi'ye "Ya çizgimize gelirsin ya dışlanırsın" dayatmasında bulundu.
    Otegi bu baskılar sonucu söylem ve çizgi değiştirdi. Bu da ona "Terörü övmek" suçundan 15 ay hapis cezasına çarptırılmaya maloldu.
    Dün cezasını doldurup serbest bırakıldı. Cezaevinin kapısından özgürlüğe adımını attığında onu sadece birkaç yakını karşıladı. Çünkü Batasuna kapatıldı. Ayrıca ETA'nın siyasal vitrini olan diğer iki Bask partisine 3 yıl faaliyet yasağı getirildi. Ve nihayet ETA kendini kanıtlamak için hapsi bile göze alan Otegi'yi "Çizdiğini" ilan etti. Bask sorununda kendinden başka kimsenin muhatap alınmaması politikalarının sonucu olarak.
    50 yaşındaki Otegi hayatının bundan sonraki yıllarını kullanılıp atılmışlığın utancıyla geçirecek.
    Türkiye'de de benzer süreç yaşanıyor. Anayasa Mahkemesi'nde DTP hakkındaki kapatma davasında sona yaklaşırken (16 Eylül'de sözlü savunma yapılacak) PKK hem tahriklerinin, hem de -anlaşılan-Kürt siyasetçilerin üstündeki baskılarının dozunu artırdı.
    Örgütün tahrikleri mayınlarla (Daha dün Refahiye'de facianın eşiğinden dönüldü) ve bombalarla yaşamımıza yansıyor. Baskıları ise Emine Ayna gibi bazı Kürt siyasetçilerin pervasızlığın da ötesine geçen çıkışlarıyla.
    DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın hazırladığı iddianamede kapatma talebi için saydığı gerekçelerin hiçbirinde "Şiddeti övmek" suçunun bulunmadığını belirterek, bunun kendilerini umutlandırdığını söylüyordu.
    Anlaşılan bazı DTP'liler şimdi o eksiği kapatmak ya da Başsavcı Yalçınkaya'ya yeni gerekçeler, yeni deliller sağlamak için çırpınıyorlar. Hele DTP Genel Başkan Yardımcısı Emine Ayna'nın bu yöndeki "İnsanüstü" çabalarına maşallah diyecek yok.

    Amaçları DTP'yi kapattırmak
    Son bir ayda mikrofonu her kürsüye çıkışında söze PKK ile başlayıp PKK ile bitiren, "PKK'nın muhatap alınmasını", "PKK ile diyalog kurulmasını" isteyen, Öcalan için imza kampanyalarında başı çeken, bütün bu icraatlarına beklediği tepki gelmeyince gözünü iyice karartıp PKK'nın ilk eylemleri olan 15 Ağustos 1984'teki Eruh ve Şemdinli baskınlarını "Kürtler'in zafer bayramı" ilan eden Emine Hanım son demecinde adeta akan suları durdurdu! Buyurun: "Bombalı saldırılar savaşın bir parçasıdır!" Yani, Güngören'de, İzmir'de, Mersin'de, Hatay'da yapılan bombalı saldırılar, terör değil, savaş!
    Amaç sabır taşını çatlatmak. DTP için son umut kırıntılarını yok etmek. Partinin kapatılmasını garantilemek.
    Genel Başkan Ahmet Türk'ün "Bazı arkadaşların söylemleri bize umutla bakan kişilerin umutlarını kırıyor. O çıkışlar çözüme hizmet etmiyor" (Yeni Şafak gazetesine verdiği mülakat) hatırlatmaları bile fayda etmiyor. Çünkü onlar kulaklarını Ahmet Türk'e değil, İmralı'ya çevirdiler.
    Mutlaka kapattıracaklar DTP'yi. Böylece 2009 Mart'ındaki yerel seçimlere girmesini de önlemiş olacaklar. Kürtler de seçilmiş temsilcilerinden yoksun kalınca PKK'ya yönelecekler. Hesapları bu! İmralı da Ayna ve benzeri "Şahinler"i de bu sonucu sağladıkları için "Aferin"le ödüllendirecek!
    Gözleri iyice kararmış o "Siyasiler"i bir çift lafımız var:
    Arnaldo Otegi'nin sonunu unutmasınlar. Ahmet Türk'ün uyarısını da: "Geçmişte şahin olup da tüyü dökülen kuşlara dönenleri çok gördük." İnanmıyorlarsa, PKK'nın kullanıp kullanıp attığı mendillerin ve ortadan kaldırdığı maşaların uzun listesine bir göz atsınlar...

    19 Ağustos 2008 Salı

    Bir Nur Çintay yazısı ile geri dönüşü kutlayalım.

    Jerry Springer’ın yerlisini bekliyoruz! - Radikal 20-08-2008

    Semranımlara, Tülin’le Caner’e aşina bir geçmişten geliyoruz. ‘Hoşlantı’ diye kelime icadına da şahitlik etmişiz, kafa göz yarmalara da, bir annenin oğluna “Ben haber veririm sana âşık olduğun zaman” dediğine de. ‘Ben Evleniyorum’, ‘Biz Evleniyoruz’, ‘Bir Sevda Masalı’, ‘Kalplerde İkinci Bahar’, ‘Gelinim Olur Musun?’, ‘Size Anne Diyebilir Miyim?’ zincirinden sonra artık bizi heyecanlandırabilecek bir izdivaç programı mümkün mü?
    Oturduğum yerden ‘Hayır’ derdim.
    Ama arası çok açıldı da özledik diye mi, sıcak ve nemden muhallebileşmemizin de etkisiyle mi, ihtiyacımız varmış galiba bu müptezel
    sulara yine açılmaya.
    Uzun zamandır en hipnotize olarak izlediğim ekran olayı, sarı&dobra halleriyle kendinden bir Seda Sayan Junior çıkartan Songül Karlı ile büyük Türk şairi Uğur Arslan’ın beraber sundukları ‘İki Gönül Bir Olunca’ adlı yamama, müesseselendirme, ev sahibi etme programı (Salı geceleri Fox’ta yayımlanan bu müthiş mi dehşet, sakil mi trajik yapım, gündüzleri de ‘Su Gibi’ adı altında devam ediyormuş, yine aynı ikilinin trafikerliğinde, bunca zaman farkına varmamış olmak şahsi cehaletim).
    ‘Ben Evleniyorum’/‘Gelinim Olur Musun?’gillerin üstüne, akla gelmesi muhtemel soru:
    Bunda evvelkilerden daha yeni, eğitici, öğretici, eğlendirici ya da utanç verici, velhasıl magnetleyici ne olabilir ki?
    Bekâr bir insan evladı, çiftin teki olmak uğruna kendini öbür reality show’lardakinden daha fazla nasıl rezil kepaze edebilir ki? Ar damarı çatlatma hudutlarındaki bütün elektrikli teller, çitler, mayınlar zaten çoktan temizlenmemiş miydi ki?
    Bir kere şöyle bir ayrımdan bahsedebiliriz: Eskiden evin içindeki tanış-koklaş, uzun
    saatlere, haftalara yayılıyordu. Oyun, cilve, türlü numara vardı, sadede bu kadar hızlı, doğrudan, direkt, perdesiz gelinmiyordu. Burada ise net beş dakikamız var. Bu kadar
    masummuş gibi sunulan bir müstehcenliğe rastlamak kolay değil.
    ‘İki Gönül Bir Olunca’da evlenmek isteyen şak diye çıkıyor ortaya, çayırda çimende ağaçlara sarılarak kendini tanıttıktan sonra ‘dürüst’ ve ‘kaliteli’ bir bay/bayanla (asla erkek ya da kadın değil) hayatını birleştirmek istediğini söylüyor ve soruyor boşluğa: ‘Aşkım, benim için ne çılgınlık yaparsın?’
    Bu mariyajpereste talip olanın, aşkının kanıtı olarak bir çılgınlık yapması şart. Ve öğreniyoruz ki bu arazideki en büyük çılgınlık, böğürerek şarkı söylemek!
    Biri ‘denizleri yaktı’ şimdiye kadar, biri saçlarını kırmızıya boyattı, bir başkası da pedikür yaptı, onun dışında çılgınlık dedin mi yapılacak şey belli: Şarkı söylemek. Ama maymunlaşarak.
    Sonra bu insanlar stüdyoda bir araya getiriliyor ve kendilerine beş dakika veriliyor. Konuşup karara varacaklar: Birbirlerini daha yakından tanımak istiyorlar mı, yoksa ‘Zahmet etmişsiniz, ama ben 42-47 aralığı demiştim, sizse 48’siniz, yani o yüzden mümkün değil!’ mi?
    Bu pornografik beş dakika çok acayip bir dilim işte. ‘Hoşgeldiniz, nasılsınız?’den sonra pervasızca sorulan ilk soru: ‘Eviniz kendinizin mi?’ Akabinde: ‘Eşinizden niye ayrıldınız?’ Küt diye: ‘Aylık geliriniz ne kadar?’ Belki birkaç da huyu, suyu sorusu. Hızlandırılmış kavun seçimi.
    Nihai niyeti ekran kariyeri olan röfleli (hâlâ) ve solaryumlu (hâlâ) çokbilmiş kızlar ve gündüz kuşağı sunucu adayı oğlanlar değil, daha acıklı, hikâyeli, hakiki tipler. Eciş bücüşler. Sakil de bir eşleştirme: Sırık gibi kadının karşısına bir cüceyi getirmek mesela.
    Mahremiyetin yerle bir, freak kullanımının üst düzey olması, tarzlar apayrı olsa da akla düşürmüyor değil: Artık yerli bir Jerry Springer şovunu da hak etmiyor muyuz?
    Bir ara Flash TV’de benzer bir girişim olmuştu ama Jerry Springer’ın düzeyini tutturmak kolay değil. Bir süredir MyMax’te orijinalini seyrederek de Recep İvedik ötesi sulara geçebiliyoruz ama gönül yerlisini de arzulamıyor değil. Önümüz kış, sırf reyting değil gazetelerin ikinci sayfalarıyla pek çok köşe de garanti. Jerry Springer’ın yerine Reha Muhtar düşünülebilir, ama benim içimden asıl Aziz Üstel geçiyor. Zıtların çekimi.
    Onca ucube nereden mi bulunur? Onca hikâye nereden mi çıkarılır? Bizim milletin ar damarı bu kadar da çatlamamış mıdır?
    Boş endişeler bunlar. Bence artık hazırız. Yapan kazanır.

    12 Ağustos 2008 Salı

    Neler Oluyor Gürcistan'da?-Erdal Şafak 12/8/08-Sabah

    Oyun kurucu olmak

    İngiliz tarihçi Mark Almond, Güney Osetya savaşıyla ilgili olarak "The Guardian" gazetesinde yayınlanan uzun yazısında ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger'ın iki vecizesini hatırlattı:
    1-Hiçbir büyük güç sonsuza kadar geri çekilmez.
    2-Hiçbir büyük güç müttefikleri için intihar etmez.
    Kissinger bu tespitleri başka zamanda başka krizler sırasında yaptı ama ilki Rusya'nın, ikincisi ise Gürcistan'ın bugünkü durumlarıyla bire bir örtüşüyor.
    Gerçekten de Rusya'nın Mihail Gorbaçov döneminde başlayan geri çekilme sürecinin sona erdiği konusunda strateji uzmanları arasında geniş bir mutabakat var. Gürcistan'ın Güney Osetya operasyonuna verdiği ölçüsüz tepki, bu yeni dönemin işaret fişeği anlamına geliyor.
    İkinci vecizenin muhatabı Gürcistan'a gelince; Batı yandaşlığını amansız, ölçüsüz, irrealist Moskova düşmanlığına endeksleyen Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili'yi ABD'nin son haftalarda ısrarla tekrarladığı "Sakın bir maceraya kalkışma" uyarıları bile durduramadı. Çünkü ABD'nin, AB'nin, hatta NATO'nun kendisini yalnız bırakmayacaklarına şartlanmıştı. Ve çünkü son 4 yılda başta ABD olmak üzere Batı'dan sağladığı silah ve eğitim desteği sayesinde yenilmez bir ordu yarattığına inanıyordu.
    Gerçeği anladığında iş işten geçti: ABD "Başının çaresine bak" politikası izledi, Rusya'nın misillemesine ilk tepkisi bile son derece ihtiyatlı oldu. (Beyaz Saray'ın daha sonra söylemini sertleştirmesi Moskova'yı durdurmayı değil, Rusya karşıtlığında Saakaşvili ile yarışan Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adayı John McCain'e prim kazandırmayı amaçlıyor.) AB'nin elinden ise Gürcistan'ın daha fazla hırpalanmaması için Rusya'nın öfkesini yatıştırmaya yönelik diplomatik girişimlerden fazlası gelmedi. Gelemezdi de.
    Saakaşvili, Antik Yunan'dan bu yana saygı gösterilen "Olimpiyatlar süresince silahlar susar" kutsal yasasını bile çiğneyerek kalkıştığı bu çılgınlıktan sonra koltuğunu koruyabilir mi, bilmiyoruz; ama Gürcistan'ın Güney Osetya'yı da, Abhazya'yı da sonsuza kadar yitirdiği kesin.
    Bu, Kafkaslar'da kartların yeniden karılması demek. Yeni ihtilafların, yeni çatışmaların tohumlarının atılması demek. Yukarı Karabağ sorununun barışçı yollardan çözümünün de zora girmesi demek. Kafkaslar'da istikrarsızlığın katmerleşmesi, enerji koridorlarının tehlikeye girmesi demek.

    2 yıl önce yapılan çağrı
    Bu barut fıçısını ateşten uzak tutmanın tek yolu var: Kafkas ülkelerini ortak gelecek hedefinde buluşturmak. İşte o nedenle üç gündür ısrarla Balkanlar'da olduğu gibi Kafkasya'da da "İstikrar Paktı" kurulmasının şart olduğunu yazıyoruz.
    Biliyor musunuz; bu konu Türkiye'nin 1999 Kasım'ında yaptığı öneriden 7 yıl sonra, 2006 güzünde bir daha gündeme geldi. Buyurun Türkiye'nin de kurucu üyelerinden olduğu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin (AKPM) 18 Ekim 2006 tarihli birleşiminde kabul edilen kararın tutanakları:
    "Kafkaslar'da ihtilafların çözümü ve yeni çatışmaların önlenmesi ancak bölge ülkeleri arasında güven ortamının sağlanmasıyla mümkün olabilir. Bunun yolu bölgesel entegrasyonu amaçlayan bir işbirliği ve yardımlaşma mekanizmasıyla açılabilir. Bu mekanizma Kafkas İstikrar Paktı ile kurulabilir. AKPM olarak Kafkas İstikrar Paktı'nın temellerini oluşturacak ana ilkelerin belirlenmesini zorunlu görüyoruz. Bunun için de uluslararası bir konferans düzenlenmesini öneriyoruz."
    AKPM kararında ayrıca tüm tarafları Kafkas İstikrar Paktı için düşünce süreci başlatmaya da çağırıyordu.
    Aradan neredeyse iki yıl geçti. Düşüncelerin olgunlaşması için yeterli bir süre. Artık yitirecek zaman kalmadı. Tabii Güney Osetya'daki ateşin tüm Kafkaslar'a, oradan da Avrupa'ya yayılması istenmiyorsa.
    Artık eylem zamanı. Dinamikleri harekete geçirmenin öncülüğünü hem Batı ittifakının ağırlıklı üyesi, hem de bölgenin ağabeyi olarak Türkiye yapmalı. Zaten stratejik çıkarları gereği Türkiye, oyunun parçası değil, kurucusu olmak zorunda.
    Başbakan Erdoğan'ın "Balkanlar'da olduğu gibi bir Kafkas ittifakı çalışması içerisine girebiliriz. Burada Türkiye olarak rol alabiliriz" açıklamasını bu tarihi misyona hazırlığın ilk mesajı olarak görüyor ve alkışlıyoruz.

    Neler Oluyor Gürcistan'da?-Gecikmeli Soli Özel Yorumu-12/8/08

    1938 mi 1956 mı?

    Kafkasya'da patlayan savaş bir anlamda çoktandır beklenen bir gelişmeydi.
    Sovyetler Birliği'nin dağılmasından beri Rusya ile Gürcistan arasında gerginlik yaşanıyordu. İki ülke arasındaki sınır patlamaya hazır barut fıçısı niteliğindeydi.
    Olayların akışını çığırından çıkaran ve 2004-2005 yıllarındaki, krizleri en azından dondurmaya yönelik girişimleri de geçersiz kılan hamle Batı'dan geldi . Kosova'nın bağımsızlığının önemli Batılı ülkelerce tanınması Rusya'yı çileden çıkardı ve dönemin Cumhurbaşkanı, şimdiki Başbakan Putin buna karşı misillemede bulunacaklarını açıkladı.
    Öncelikle Abhazya'ya uygulanan ambargoyu kaldırdı. Batı'nın tepkisinin ne olacağını umursamadığını sert şekilde vurguladı. Temmuz ayı içinde hem Abhazya hem de Güney Osetya'da kimin sorumlu olduğunun bilinmediği şiddet olayları tırmandı. Rusya Gürcistan'ın Abhazya'da savaşa hazırlandığını iddia etti ve ateşkes sınırına komandolarını gönderdi. Kafkaslar siyasetini takip edenler savaşın Abhazya'da çıkmasını beklerken Gürcü ordusu Güney Osetya'ya girdi.
    Kendi ayrılıkçılarına, özellikle de Çeçenlere karşı tümüyle acımasız bir tavır sergileyen Moskova, Abhazların ve Güneyli Osetlerin bağımsızlık mücadelelerini destekledi. Batı ile Gürcistan arasındaki yakın ilişkilerden hazetmediğini her fırsatta belli etti. Orta Asya enerji kaynaklarının Gürcistan üzerinden Batı piyasalarına ulaşmasının bu ülkenin stratejik önemine yaptığı katkıdan rahatsız oldu. Hele son dönemde Gürcistan'ın NATO üyeliği ihtimaline şiddetle karşı çıktı. Öyle ki Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov "Gürcistan'ın NATO üyeliğinin yeniden kan dökülmesine yol açacağını", Rusya'nın "Ukrayna ve Gürcistan'ın NATO üyesi olmaması için elinden geleni yapacağını" söyledi.

    Saakaşvili'nin kumarı
    NATO ise bazı üyelerinin Kosova'nın bağımsızlığını tanımalarının olası sonuçları hakkındaki uyarılara rağmen bu kararın mantığının dayattığı hamleyi yapamadı. Yani Gürcistan'ın NATO üyeliğini son Bükreş zirvesinde onaylamadı. Bu durumda Gürcü milliyetçiliğinin giderek yükseldiği, Güney Osetya meselesinin sürekli gündemde tutulduğu Gürcistan'da Şaakaşvili yönetimi büyük bir kumar oynadı ve Güney Osetya harekatını başlattı. Gürcistan'ın NATO üyeliği hayallerini tümden yok edecek ölçüde vahim sayılması gereken bu adımı Şaakaşvili'nin hangi beklentiyle attığı henüz belli değil. Eğer Putin'in Pekin'de Olimpiyat açılışında olmasından yararlanmak istediyse ciddi bir hesap hatası yaptığına kuşku yok. Bundan sonra Güney Kafkaslardaki sorunların çözümünün çok daha güçleştiğine de.
    Gürcistan siyasetini yakından izleyenler Tiflis'tekilerin kendilerini 1938'de Almanya tarafından işgal edilen Çekoslovakya'ya benzettiklerini ya da 1921'de Sovyetler tarafından ellerinden bağımsızlıklarının alınmasıyla bugünkü durumu eş tuttuklarını söylüyorlar.
    Gerçekçi bir bakış açısındansa bu savaşı başlatarak Gürcistan'ın 1956'daki Macaristan'a daha çok benzediği söylenebilir. Batı'ya güvenerek yaptıkları bu hamlede Batı'nın kendilerine yardım edebilme imanları kısıtlı, Rusya'ya karşı silah gücü kullanmaları ihtimali ise hemen hiç yok.
    Bu son durumda ABD'de strateji oluşturanların bekledikleri gibi yakın dönemde Rusya ile makul bir işbirliği ve diplomatik yakınlaşma içine girilmesi ihtimali zayıfladı. Tersine Kafkasya ve çevresindeki enerji kaynaklarına erişimle ilgili büyük rekabeti şiddetlendirecek, Güney Kafkasya'nın Rusya'ya Batı'ya daha yakın olacağı konusundaki çekişmeyi kızıştıracak bir yeni durum ortaya çıktı.
    19. yüzyılın 'Oyun'unun daha karmaşık yeni versiyonu galiba yeniden hareketlendi.

    11 Ağustos 2008 Pazartesi

    Neler Oluyor Gürcistan'da?

    Gürcistan'da olup biten savaşı, o küçücük yaramaz çocuğun kulübesindeki oyuncakların çıkardığına inanmak için fazla saf, ya da fazla ilgisiz olmak gerekiyor. Bu olayın Amerika-Rusya (Nato-Rusya adı ile geçse de siz böyle anlayın.) arasındaki bir tür hesaplaşma, daha doğrusu Rusya'nın Kosova'nın bağımsızlığını ilanı ve Gürcistan ile Ukrayna'nın muhtemel Nato üyeliğine verdiği tepki/refleks/sınırlarıma bir adım daha yaklaşma uyarısı olduğunu en iyi anlatacak yazıyı ararken, buldum: Ömer Taşpınar, Sabah, 11/8/08

    Tiflis'te yanlış hesap

    Gürcistan ve Rusya arasında patlak veren savaş Amerika açısından pek de şaşırtıcı olmadı. Washinton'daki durum değerlendirmesi Rusya merkezli bir şekilde yapılıyor. Moskova'ya karşı izlenmesi gereken politika her zaman olduğu gibi gene "realistler" ve "neokonlar" arasında sert bir kutuplaşma ve tartışma yaratıyor.
    Henry Kissinger ve Brent Scowcroft gibi realistler Gürcistan'ın NATO'ya girmek istemesine ve Kosova'nın bağımsızlık kazanmasına son derece olumsuz yaklaşan Moskova'nın bir şekilde "rövanş" almaya hazırlandığını uzun süredir dile getiriyorlardı. Bu nedenle Amerika Kafkaslar'da yaşanacak bir gerginliğe hazırlıklı durumdaydı.
    Kissinger ve Scowcroft gibi realistlere göre Washington bugün Kafkaslar'da kendi ektiğini biçiyor. Bugün yaşanan durum Rusya'nın tekrar kendine geliyor olması. NATO'nun 1990'lı yıllarda Rusya'nın geleneksel etki alanı olan Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkaslar'a doğru genişlemesi ancak ve ancak Rusya zayıf olduğu için mümkün olmuştu. Oysa artık Rusya zayıf değil. Putin ve Medvedev Moskova'nın Yeltsin döneminde kaybettiği prestiji yeniden kazanmakta kararlılar. Petrol fiyatlarının 120 dolar seviyesinde dolaştığı bir ekonomik konjonktürde dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Rusya artık yeniden bir süper güç haline gelmiş durumda.
    Kissinger ve Scowcroft gibi realistler bu nedenle Amerika'nın Rusya'ya karşı çok daha temkinli davranması gerektiğini savunuyorlar. Rusya haklı olarak kendi arka bahçesi saydığı Kafkaslar'da Şaakaşvili yönetiminde Batı yanlısı ve NATO'ya girmeye adaybir ülke görmekten açıkça rahatsız. Robert Kagan ve William Kristol gibi neokonlar ise Moskova'nın saldırgan dış politikasına karşı Washington'un demokratik ve Batı yanlısı cumhuriyetleri sonuna kadar koruması gerektiğine inanıyorlar. Gürcistan onların gözünde bir sembol. Putin'i Hitler'le, Gürcistan'ı ise 1938'de Almanya tarafından işgal edilen Çekoslovakya'yla kıyaslıyorlar. Aynı zamanda Rusya'nın dış politikasındaki çelişkilere dikkat çekiyorlar. Moskova, Rusya Federasyonu içindeki Çeçenistan gibibölgelerde ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya kaldığında kendi toprak bütünlüğünü savaşarak savunuyor. Ancak iş Gürcistan'a gelince çifte standart başlıyor.

    Neokonların dolduruşuna geldi
    Neokonlara göre NATO Gürcistan konusunda üzerine düşen görevi yerine getirmedi. Kagan ve Kristol'a göre AB ülkeleri her zaman olduğu gibi korkak davrandılar. Gürcistan'ın NATO üyeliğini Bükreş zirvesinde onaylamaktan çekindiler. Oysa böyle bir karar özellikle Kosova'nın bağımsızlığı sonrasında son derece elzemdi. Zira Kosova'nın bağımsızlığının Batı tarafından tanınması sonrasında Rusya'nın Kafkaslar'da intikam peşinde koşacağı belliydi. Nitekim Moskova önce Abhazya'ya uygulanan ambargoyu kaldırdı sonra da temmuz ayı içinde hem Abhazya hem de Güney Osetya'da şiddet olaylarını tırmandırmaya başladı. Herkes Abhazya'da savaş beklerken Gürcü ordusu Güney Osetya'ya girdi.
    Neokonlara göre Gürcistan başkanı Şaakaşvili'nin böyle bir operasyona girişmesi kaçınılmazdı. Bükreş'teki NATO zirvesinde Gürcistan'a yeşil ışık yakılmayınca halkta derin bir düş kırıklığı oluşmuş ve Gürcü milliyetçiliği son derece yükselmişti. Bütün riskleri göze alan Saakaşvili ordusunu Güney Osetya'ya sokarak bilinçli bir kumar oynamaya karar verdi. Yaptığı hesaba göre Rusya kaçınılmaz olarak misilleme yapacak ve ABD bölgeye müdahale etmek zorunda kalacaktı. Böylece Gürcistan Washington'u kendisine daha sağlam bir şekilde bağlayacaktı. Ancak Tiflis'teki hesap Washington'a uymadı. Belki de biraz da neokonların dolduruşuna gelen Şaakaşvili Washington'daki siyasi eğilimin realistler lehine olduğunu hesaplayamadı.
    Zira zaten Irak, İran, Afganistan ve Pakistan gibi krizler nedeniyle önünü doğru dürüst göremeyen Washington'da en son arzu edilen şey Rusya ile yeni bir kriz yaşanması. Soli Özel'in dün çok yerinde tespit ettiği gibi Gürcistan'ın bu savaşı başlatarak 1956'da Macaristan'ın düştüğü duruma geldiği söylenebilir. Şaakaşvili'nin Batı'ya güvenerek yaptığı bu hamlede Batı'nın Rusya'ya karşı bir askeri mücadeleye girme ihtimali hiç yok. Bu durumda Washington'da neokonlar bir kez daha hüsrana uğrarken, Gürcistan'ın NATO üyeliği de başka baharlara kalmış gözüküyor.


    Not: Sabah Gazetesi'ni referans olarak bu sayfaya alırken bile bir an şüphe duyuşumdan muhafazakarlık, haber kaynaklarının işadamlarına (dinciiii dinciiii) satılması gibi olayları bu yazı vasıtasıyla bir ara konuşalım.

    10 Ağustos 2008 Pazar

    Back to Basics

    Koray geri döndü. 30küsür saatlik bir yolculuk, neredeyse sıfır uyku. Yarın gündeme dönüyoruz.
    Gürcistan-Rusya çekişmesi, Microsoft'un yeni reklam stratejisi, Meksika gözlemleri, teknolojik olup biten. Azzzz sonra, diyelim-

    3 Ağustos 2008 Pazar

    www.cnn.com

    Not: Türkiye'deyken fazla fırsat olmuyor, ama aklıma gelmişken söylemek isterim, CNN'in son dakika haberleri çok çarpıcı oluyor. http://www.cnn.com/ adresinde hemen gözünüzün önünde sıra sıra dizilmiş, okunmayı bekliyorlar. (Tembellere özel not: Bundan sonra bu sayfada www.cnn.com'dan da haberler olacak.)

    Not2: Olimpiyatlar başlıyor, malum. The Economist bu hafta Çin'i parça parça dilimliyor. Bayilerden satın almanız tavsiye edilir.
    Al(a)mayanlar için, ilk anda gözüme çarpan üç beş şey:

    1)Kapak Haberi:

    China’s rise is a cause for celebration—but despite the Beijing Olympics, not because of them

    http://www.economist.com/opinion/displayStory.cfm?source=most_recommended&story_id=11848192

    2)Do Economists Need Brains?
    A new school of economists is controversially turning to neuroscience to improve the dismal science

    http://www.economist.com/finance/displaystory.cfm?source=most_recommended&story_id=11785391

    Koray Meksika'da

    Koray'ın Meksika'da olduğu şu günlerde, maalesef haberlere ortak olmak için fazla zaman yok.
    Ama döndüğümde, bu eksikliğin acısını çıkarmak için fazladan Meksika'da gördüklerimi de yazacağım.

    Şimdilik www.engadget.com, Ertuğrul Özkök'ün geçenlerde yaptığı ama bir kısmını sadece AKP'nin kapatma davasının sonuçlanmasından sonra yayınlamaya söz verdiği 4 Ağustos tarihli Tayyip Erdoğan ropörtajının saklı kısmını tavsiye edebilirim (http://www.hurriyet.com.tr).

    Adios-

    30 Temmuz 2008 Çarşamba

    www.taraf.com.tr

    Taraf gazetesinin online versiyonuna çok kısa zaman önce denk geldim. Doğan yayın grubunun haberlerinden (bile isteye) zehirlenen herkese tam bir 'alternatif' sunan Taraf'ı internetten okuyun, okutun, zihniniz açılsın, dogmalar kaçılsın. (neydi bu?)

    Bu arada bu bloga yazdığım gün itibariyle Ergenekon ile Baykal arasındaki muhtemel ilişkinin MİT raporlarına girdiğini de (başka kim olabilir ki?) tabi Taraf gündeme getiriyor.
    İşin çok komik yanı, kapatma davası ile ilgili başbakanı mahkemeye ve adalete saygıya davet eden Baykal'ın, Ergenekon savcısına, cüppeni çıkar mahkemede hesaplaşalım demesi. Eh, komik. Gündemin tamamı öyle gerçi. Bu Türkiye siyaseti daimi bir deja vu!

    29 Temmuz 2008 Salı

    ING Bank Reklamları

    Mutlaka televizyonda karşınıza çıkmıştır. Özellikle fotoğrafçılı olan beni çok etkiledi, aşçılı olan da bir o kadar iyi. Hatta son birkaç aydır izlediğim en iyi reklam filmleri olduğu söylenebilir.

    Fotoğrafçı'lı reklamın metinleri nasıl hazırlandı, kim yazdı, bu adam onları nasıl bu kadar hissederek söyledi, anlamıyorum. Bu prodüksiyonun büyüklüğü, akıtılan paranın çokluğu ile olacak iş değil, başka bir kıvılcım, insanın kalbine değecek kadar ince bir tel gerektiriyor. Bence ING Bank işi tamamdır, artık akıllarımızda yerini etmiştir.

    Reklamların ikisini de buraya ekliyorum.


    Microsoft'un Yeni Alametifarikası

    İsmi Sphere, yani Küre. Bir 'Multi-touch' teknoloji harikası. İç tarafındaki projektörden, küreye yansıyan bir sistem, çoklu dokunuşları algılayan bir yüzey. Uzay çağına yakın, bize uzak gibi geliyor ama çok da uzun olmayan bir süreçte, etrafımızda bu tip küreler göreceğimiz kesin. Bir şey vaat ediyor mu? Henüz değil. Ama yakındır.

    Burada hem video'yu, hem de daha fazla bilgiyi bulmak mümkün:
    http://blog.seattlepi.nwsource.com/microsoft/archives/144629.asp

    28 Temmuz 2008 Pazartesi

    Her Hafta The Economist Yazıları'ndan Seçmeler Burada.


    Bir dolu sosyal arkadaşlık sitesi, gerçekten arkadaşlık mı getiriyor, nefret mi?
    Social networks and video-sharing sites don’t always bring people closer together


    Sarkozy Fransa'yı nereye götürüyor?
    Quietly but determinedly, Nicolas Sarkozy is pressing ahead with reforms in France-all without provoking huge strikes and street protests


    Dünyanın bir yerinde hala gazete okunuyor.


    Kırk satır, kırk katır sorunsalı: Enflasyon mu, deflasyon mu?

    The markets have become incredibly volatile as investors vacillate between these outcomes


    Amerika'nın bir sonraki başkanı Avrupa'nın neyine talip?



    Google ile Nokia Cep Telefonu'ndan Söz Kesti

    Radikal, 28/7/08

    J. Gold Associates adlı araştırma şirketi tarafından hazırlanan bir rapora göre Nokia’nın bütün modellerinde kullandığı ve yakın zamanda tamamını satın alarak açık kaynak olarak herkesin kullanımına sunduğu Symbian ve Google’ın mobil cihazlar için hazırladığı işletim sistemi Android birleşecek.
    Google uzun zamandır yoğunlaştığı mobil cihazlarda oldukça temkinli ilerliyor zira bu alanda senelerdir tutunmaya çalışan Microsoft gibi hüsrana uğramak istemiyor. Bu alanda pazar lideri Nokia ile işbirliğine gitmesi ve yine açık kaynaklı bir sistemde kalacak olması Google’ın en büyük avantajlarından biri olacak.
    Bu konuda Symbian da karlı çıkması bekleniyor. Çünkü Mevcut pazardaki hakim konumunu iyice güçlendirirken Nokia’nın şemsiyesi altından çıkması ve Google’ın da oyuna girmesiyle senelerdir olmaya çalıştığı açık ve ortak platform hayaline bir adım daha yaklaşmış olacak.
    Google’ın Symbian’a adım atmasının Windows Mobile’ın sonunu getireceğini iddia edenler bile var. Elbette henüz bu analize ne Nokia, ne de Google cephesinden bir yorum gelmiş değil.

    Bir Maestro: Murat Yetkin'in yazıları da artık burada!

    Radikal, 28/7/08

    Kapatma davasından ne çıkacak?


    Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Ergenekon davası sorulduğunda ‘Yargı ve yargıçları rahat bırakalım’ dedi. Haklı. Herhalde aynı kanıyı bugün Anayasa Mahkemesi’nde karar oturumlarına başlayacak AK Parti Kapatma Davası için de taşıyordur.
    İlk oturumda karar çıkması ihtimali kağıt üzerinde var, ancak çok zayıf. Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın iddianamesinin, kapatılma ve 71 kişi hakkında istenen siyaset yasağı talebinin, AK Parti savunması ve Raportör’ün kapatılmama kanısının bir kez de 11 üye tarafından topluca ele alınması bir çırpıda kararı oluşturmayabilir. Görüşme sırasında belki Raportörden bir konunun biraz daha açıklığa kavuşturulması istenecek, bu yeni bir oturum anlamına gelecektir.
    Son dönemde görülen önemli parti kapatma davalarına baktığımızda, Refah Partisi’nin kapatılmasının 8, Fazilet Partisi kapatma davasının 11 günde çıktığını görüyoruz. Bu tabii ki, davalardan hem dönem, hem nitelik olarak farkı bulunan AK Parti davasının da benzer sürede sonuçlanacağı, ya da ilk günlerde çıkmayacağı garantisi sayılmaz. Ama fikir verir.
    Peki AK Parti davası neden diğer kapatma davalarından daha önemli? Evet, aslında şiddeti, ayrımcılığı, vs teşvik etmediği sürece modern siyasi sistemlerde parti kapatılmasına el veren yasalar bulunması kendi başına bir yanlıştır. Ne var ki, yasalarımız böyle ve örneğin 9 Anayasa değişiklik paketini AB mevzuatıyla uyum için değiştirirken bir araya gelebilen AK Parti iktidarı ve ana muhalefetteki CHP, ne parti kapatmalar, ne de sistemdeki bütün kötülüklerin anası olan seçim yasası ve siyasi partiler yasasını güncellemek için işbirliği yapmadılar. Eldeki malzeme bu.
    AK Parti davasının daha öncekilerden farkına gelince; 1- İlk kez bir parti hakkındaki kapatma davası, o partinin iktidarı devam ederken karar aşamasına geldi, 2- Bu kapatma davası Türkiye’nin ekonomi, güvenlik ve siyasette dünya ile bütünleşmeye en açık olduğu dönemde görülüyor.
    Bu iki nedenle, davanın içerideki ve dışarıdaki yankıları, öncekilere göre çok farklı. Örneğin Refah Partisi kapatma davasında dış dünyadan saklı bir desteğin geldiğini bile söylemek mümkün. Necmettin Erbakan’ın meclis’teki bir grup konuşmasında ‘kanlı mı, kansız mı’ ikilemini ortaya atması, Anayasa Mahkemesi’nin RP’yi kapatma kararının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından dahi onaylanan tek kapatma kararı olmasına yol açmıştı. Bunun ötesinde Erbakan’ın AB ve genel olarak batıya bakışı en hafif ifadeyle dostça değildi. AB bir Hıristiyan kulübüydü, zaten dünya bir dizi Siyonist komploya maruzdu Erbakan’a göre.
    Oysa bugün batı dünyası, Başbakan Tayyip Erdoğan’a baktığında Türkiye tarihindeki en kapsamlı reform hareketini gerçekleştirmiş, temel meseleler üzerine diyalog kurulabilen ve seçmenlerin neredeyse yarısının desteğini almış bir siyasi muhatap görüyor.
    Siyasette modernist, ekonomide liberal sayılacak bu hareketin, dünyadaki örneklerinin tersine dinin toplum ve siyasetteki rolünün azalmasına yol açacağına, artması için nasıl çaba harcadığı, giderek daha çok batılı siyasetçinin saptadığı bir çelişki.
    Ama Kapatma Davası gibi devasa gelişmeler, bu önemli ayrıntının gündeme gelmesine engel oluyor; gölgesinde bırakıyor. Bizlere ‘ekonomi batacak’, ‘AB ipleri koparacak’ gibi öcü masalları anlatan acemi korku jeneratörlerini bir kenara bırakalım; onlar da bir başka hıncın esiri olmuşlar. Ama dünyanın gözünü haklı olarak bu davaya çeviren, işte bu genel ve kabul gören modern demokrasi eğilimine aksi yönde akışıdır.
    Artık söylenecekler söylendi; bugünden itibaren karar 11 üyenin vicdanlarında oluşacak.
    Zor bir karar. Mahkeme tabii ki kararını açıklarken, o kararın hangi cephede zafer, hangi cephede intikam duygularına yol açacağını bir kriter olarak almayacaktır. Ama sonuç ister istemez böyle olacaktır.
    Üçüncü yol ihtimali zayıf olsa da mevcut: AK Parti’nin laiklik karşıtlığından suçlu bulunup, eylemlerin yeterince güçlü olmaması gerekçesiyle Mahkeme takdirine bağlı olarak kapatılmadan (dolayısıyla kimseye siyaset yasağı gelmeden), yalnızca Hazine yardımı kesilerek cezalandırılması kağıt üzerinde mümkün.
    Bu durumda AK Parti kapatılmayacak, erken genel seçim yapılmayacak, daha fazla zaman ve enerji kaybedilmeyecek ama laiklik konusunda daha duyarlı davranması yolunda çok güçlü bir uyarı verilmiş olacaktır. Mevcut koşullarda kimseyi memnun etmeyecek karar, belki de ideal çözüm olacaktır.